Temel İslam Bilimleri Bölümü Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 88
  • Öğe
    Tasavvufta tahta kılıç sembolizmi
    (Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, 2021) Alkış, Abdurrahim
    Tasavvuf erbâbı tabîatleri gereği mâddî unsurlardan ziyâde mânevî değerleri muhafaza etmeye ve geliştirmeye çalışırlar. Fakat tasavvufî çevrelerin sosyal bir yapıya bürünmeleriyle berâber düşüncelerini ve değerlerini sembolize etmek için mâddî bir kısım edevât da kullanmışlardır. Bunların başında keşkül, teber, tahta kılıç, asâ, gül, hırka gibi unsular gelir. Bu çalışmamızda dervîşlerin kullandıkları mâddî edevâttan birisi olan tahta kılıç ve ifâde ettiği mânâlara bakacağız ve örnekler üzerinden tahlîl etmeye çalışacağız. Tasavvuf ehli tahta kılıç ile ilgili bir hadîs-i şerîfden yola çıkarak mânevî bir disiplin, ahlakî bir prensip ve nefsânî bir terbiye metodu ortaya koymuşlardır. Yeri geldiğinde cihâd ve mücâhede için zahir kılıcının yanı sıra bâtın kılıcını kullanmışlardır. Manevî kılıcı sembolize eden tahta kılıcın kullanımına dâir tespit ettiğimiz ilk örnek sahabe döneminde Muhammed b. Mesleme’ye aittir. Yaygın bir şekilde kullanımı ise 1200’lü yıllarda büyük tarîkatların kurulduğu dönemde yânî Abbâsî hilâfeti döneminde olmuştur. Memlüklü dönemi kaynaklarından okuduğumuz kadarıyla Yûsuf Selahaddîn-i Eyyûbî ve berâberindeki kalabalık dervîş gurubu bu unsuru yaygın olarak kullanmışladır. Yûsuf Selahaddîn Eyyûbî’nin hem Bağdâd’ta iken hem de Mısır’a sefer düzenlerken berâberindeki kalabalık derviş gurubuyla birlikte zikirler eşliğinde tahta kılıçla yürüdükleri kaydedilmiştir. Bektâşî Velâyetnâmelerinde Anadolu Selçukluları döneminde yaşayan Hacı Bektâş-i Velî’nin himmetleriyle Saru Saltuk’un tahta kılıç kullanarak mânevî bir savaş verdiğini görüyoruz. Velâyet-nâmelerde tahta kılıç kullanımına dâir pek çok örnek vardır. 20 yüzyılda da pek çok dergâh ve câmîde bu tür bir kılıcın sembolik olarak kullanıldığını bizzât müşâhede ettik.
  • Öğe
    Şii teo-politik söylemin zemini olarak imamet (Teori-pratik)
    (Habip DEMİR, 2019) Bozan, Metin
    Şia’da imamet, bir inanç esası olmasının yanı sıra bizzat günlük yaşama yansıyan bir politik söyleme sahiptir. Bu nedenle ilgi odağı olmuştur. Söz konusu ilgi sadece tarihsel ve nazari bir inanış biçimi açısından değil; aksine günümüz İran siyasetinin teolojik arka planını oluşturması açısından da önemlidir. Zira günümüz İran siyasetinin teorik çerçevesinin imamet nazariyesi ile ilişkili olduğu bilinen bir husustur. İşte bu çalışmada Şii imamet nazariyesinin siyasi veçhesi ele alınacak; imamlara yüklenilen siyasi misyon ile bu misyonun imamların tarihsel gerçekliği ile ne derece uyumlu olduğu irdelenecektir.
  • Öğe
    Ahmediler’de Şii söylem:“Muharrem Ayı ve Hz. Hüseyin’in yüce konumu” isimli Cuma Hutbesi örneği
    (Habip DEMİR, 2022) Küçüköner, Halide Rumeysa
    Hint coğrafyasında, İslâm çeşitli değişim ve dönüşümler geçirerek tarih sahnesindeki varlığını devam ettirmiş; farklı din söylemlerini sentezleyen pek çok yeni dini yapılanma ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Hint İslâm anlayışında, bazı Sünnî ve Şiî topluluklar metodik anlamda birbirleriyle yakınlaşmışlardır. Kimi Şiî topluluklar içerisinde, Sünnî gelenekle ilişkilendirilebilecek özellikler, kimi Sünnî topluluk içerisinde ise Şîa’yla ilişkilendirilebilecek nitelikler görülmeye başlanmıştır. Bu türden özelliklerin görüldüğü Müslüman topluluklardan birisi de Sünnî gelenek içerisinden çıkan Ahmedîlik’tir. Ahmedîlik içerisindeki Şiî geleneğin izleri, kurucusu Mirza Gulam Ahmed’in kurtarıcılık ve mesiyanik nübüvvet şeklindeki dinî iddialarından itibaren görülmektedir. Mirza Gulam Ahmed’den sonra da Ahmedîlerin dinî ve kurumsal anlayışlarında da yine Şiî düşüncenin izleri belirgin şekilde devam ettirilmiştir. Bu makalede de Mirza Mesrur Ahmed’in “Muharrem ve Hz. Hüseyin’in Yüce Konumu” isimli Cuma Hutbesi özelinde Ahmedîlerin erken dönemde vuku bulan hilâfet tartışmalarına dair bakış açıları ve Şiî tarihin önemli isimleri ele alınacaktır. Mirza Mesrur Ahmed’in söz konusu hutbesinin tarafımızca tercüme edilen ve dipnotlarda çeşitli ilavelerin yapıldığı bir nüshası da çalışmanın sonuna eklenecektir.
  • Öğe
    Abdurrahman Mevlidi
    (Mehmet ŞAHİN, 2019) Mermutlu, Mehmet Sait
    İslâm Edebiyatı’nda ve özellikle de Türk Edebiyatı’nda Peygamberimiz’e duyulan sevgi ve saygı O’na dair özel eserlerin vücuda getirilmesine sebep olmuştur. "Esmâ-yı Nebi, Sîre, Mevlid, Mirâc-nâme, Mucizât-ı Nebi, Gazavat-ı Nebi, Hilye, Ahlâku'n Nebi, Hicretü'n-Nebi(Hicret-nâme), Vefâtü'n-Nebi, Şefaat-nâme, Kırk Hadis, Yüz Hadis, Bin Hadis, Na‘t vb.   Bu konuların herbiri ayrı bir çalışmayı gerektirecek mahiyette olup İslâm Peygamberi’nin hemen hemen bütün özellikleri büyük bir ihtirâm ve hassasiyetle kaleme alınmış ve ortaya konulan eserler İslâm dünyasının Peygamberi’ne bakışını ve O’nu adeta hayatın merkezi haline getirdiğini göstermiştir. Hem yaşadığı hayat dilimi içerisinde örnek şahsiyet; hem de inancı gereği âhiret planında en çok ihtiyaç duyulan (şefaatçı) kimliğiyle hep kalplerinde, hayatının içinde, ticaretinde, evinde ve başucundaki kitapları arasındadır. “Mevlid”, bütün bu eserler içinde en çok ilgi görmüş ve en yaygın olanıdır. Şüphesiz bu denli ilgi, farklı dillerde de mevlid yazılmasına sebep olmuştur: Arapça mevlidler yanında Farsça, Arnavutça, Kürtçe, Cava dilinde, Boşnakça, Rumca, Çerkesçe, Ordu dilinde, Savahill dilinde, Alhamyado (Arap harfleriyle yazılmış İspanya-havalisi dili) ve Tatarca mevlidler de vardır. Türkçe kaleme alınmış 200 civarında Mevlid, bu türün özellikle Türkler arasında ne denli bir şöhretin sahibi olduğunu gösterir. Özellikle Süleyman Çelebi’nin eseri olan Vesîletü’n-Necât hiç şüphe yok ki yüzlerce mevlid arasında en çok şöhret yakalayan ve kütüphanelerde de nüshaları bulunan Mevlid’tir. Diğerleri arasında Süleyman Çelebi Mevlidi’ne (çok-az)benzer olanlar ve olmayanlar diye bir tasnif oluşturmak pekâlâ mümkündür. Bazı araştırmacıların “Abdurrahman” isimli bir yazar tarafından kaleme alınmış birkaç mevlidten bahsetmelerine rağmen gerek okuyucuya aktarılan bilgiler ve gerekse yaptığımız incelemede bu mevlidlerin eserimizden farklı mevlidler olduğu anlaşılmıştır. Üzerinde çalışma yaptığımız eserin, müstensihi ve yazım tarihi belirtilmemiş, ancak yazarının “Abdurrahman” isminde olup mevlidin ilk beyitlerinde zikredildiği; sade ve anlaşılır diliyle, yer verdiği başlıklar, fasıllar ve üç bölümden bir kesit aktarımıyla Vesîletü’n-Necât’a dokunan yanlarının yanında, farklı bir eser kimliğiyle pek bilinmeyen gözden ırak kalmış bir mevlid örneği sunar bize. Mevlid’te, meşhur Süleyman Çelebi Mevlidi’ndeki konular işlenmiş olup başlıklar şu şekilde sıralanmıştır: Münâcât, Velâdet, Risâlet, Mirâc, Vefat ve Duâ. 40 varak ve “Nesih” yazı türüyle İncelediğimiz kahverengi karton kapaklı kitabın içerisinde toplam 764 beyit olarak kaleme alınmış olan Mevlid, Mevlid duâsı, Medhiye ve dünyanın faniliğini anlatan şiirlerin yanısıra; “Niyazî-i Mısrî, Kemâl Ümmî, Yunus Emre” gibi mutasavvıfların ve bazı şairlerin de şiirlerinden örnekler verilir. 
  • Öğe
    Kafdağı mitosu'nun tefsirdeki yansımaları
    (Ali KARATAŞ, 2024) Zamur, Hüseyin
    Dağlar birçok inançta birbirinden farklı sebepler nedeniyle kutsal sayılmıştır. Dağların ihtişamlı ve ulaşılması zor olan yerler olması onların birçok kültürde kutsal sayılmasına neden olduğu düşünülebilir. Semavî dinlerde dağlar, peygamberlerin sığındığı ve vahiy aldığı yerler olması hasebiyle büyük bir önem taşımaktadır. Kafdağı ise dağların bu kutsallığından nasiplenmiş ancak ulaşılmazlığı ve bilinmezliği temsil eden bir dağ olarak karşımıza çıkmıştır. Kafdağı‟yla ilgili anlatılar özellikle Doğu ve Ortadoğu kültürlerinde yaygınlık kazanmıştır. Bu anlatılar bazı İslam âlimleri tarafından da rağbet görmüş ve kimi tefsirlerde bazı âyetler bunlar üzerinden yorumlanmıştır. Tefsirlerde kutsal metinlerin bu anlatılar üzerinden yorumlanması kutsal metinlerdeki bazı âyetlerin nüzulüne aykırı bir biçimde yeniden yorumlanmasına neden olmuştur. Oysaki sağlam temellere dayanmayan bu anlam inşası beraberinde âyetlerin yanlış anlaşılmasına ve bu tefsirleri okuyanlar tarafından rivâyetlerin sahih kabul edilmesine sebebiyet vermiştir. Bu nedenle çalışmada Kafdağı hakkındaki birçok tefsir kaynağından istifade edilerek konu hakkında rivâyetler serdedilmiş ve müfessirlerin bu konudaki görüşlerine başvurulmuştur. Ayrıca bu rivâyetlerin söz konusu âyetler ile olan münasebetleri tartışılmış, rivâyetlerin sıhhati ve rivâyetlerdeki bilgilerin tarihî ve bilimsel gerçekliğe aykırı olup olmadıkları değerlendirilmiştir. Rivâyet ve tasavvufî tefsirlere nazaran dirayet tefsirlerinde Kafdağı hakkında aktarılanlara daha ihtiyatlı yaklaşıldığı ve modern dönemde bunların reddedildiği görülmüştür. Ancak aktarılan rivâyetlerin sıhhati bir tarafa rivâyetlerdeki bilgiler, dönemin kozmolojik anlayışını ortaya koyması açısından oldukça önemlidir.
  • Öğe
    Kürtçe romanın doğuşu ve gelişimi üzerine bir değerlendirme
    (Mardin Artuklu Üniversitesi, 2022) Kan, Güneş; Önen, Hacı
    Kürtçe roman, birçok bakımdan dünya roman tarihi içinde çok özel bir yer tutmaktadır. Ortaya çıkış serüveni, bir tradisyona dönüşme çabaları, ortaya çıktığı coğrafyalar bakımından parçalı ve dağınık bir durum göstermesi gibi sebepler Kürtçe romanı kendine has bir örnek haline getirmektedir. Kürtçe roman, Batı romanı gibi toplumsal ve düşünsel değişimlerin bir sonucu şeklinde ortaya çıkmamıştır. Keza büyük imparatorluklardan ulus devletlere geçiş yapan Türk, Fars, Arap gibi Ortadoğu uluslarında roman yazılma dinamikleriyle de açıklanamaz. Kürtçe roman, anayurdundan çok uzak bir yerde, Sovyetler Birliği’nin azınlıklara yönelik ideolojik yaklaşımı çerçevesinde ilk örneklerini vermiştir. Daha sonra anayurduna dönmüş, ama burada Kürtlerin siyasi durumuna paralel biçimde parçalı ve dağınık bir mevcudiyet göstermiştir. Sovyetler Birliği örneğine benzer biçimde İsveç de Kürtçe roman yazımı için özel sürgün mekânlarından biri olmuştur. Diğer taraftan Kürtçe roman doğduğundan beri ontolojik bağlamda tartışmalı bir alan olmuştur. Kürtçe romanın varlığının sorgulandığı bu tartışma 1990’lara kadar çok yoğun bir seyir izlemekle beraber 2000’lere doğru dozu azalmıştır. Bu tartışmanın en büyük sebebi, anı, biyografi, deneme, karalama, yaşanmış gerçeklik gibi Kürtçe yazılmış yazıların roman adı altında yayımlanmasıydı. Ayrıca yayıncıların yayınladıkları eserlerin teknik yetersizliklerini çoğunlukla göz ardı etmeleriydi. Günümüzde Kürtçe roman, ontolojik bir tartışma alanından kesin olarak çıkmış ve varlığı inkâr edilemez bir olgu haline gelmiştir. Diğer taraftan farklı coğrafyalarda yazılmasına rağmen yazarlar, edebiyat araştırmacıları ve okurlar tarafından Kürtçe romanı bütünlüklü bir fenomen olarak ele alma çabası görünmektedir. Son olarak da belirtmek gerekir ki Kürtçe roman, 1990’lardan günümüze doğru teknik bakımdan son derece yetkin bir seviyeye ulaşmıştır.
  • Öğe
    İslam Hukuku Anabilim Dalı bünyesindeki lisans ve lisansüstü derslerle ilgili tespit ve teklifler
    (Medrese ve İlahiyat Kavşağında İslami İlimler -Uluslararası Sempozyum, 2013) Kılıç, Muhammed Tayyib
    Tebliğimiz bir giriş ve iki bölümden müteşekkildir. Giriş’te konu ana hatlarıyla ele alınmıştır. Birinci bölümde memleketimizdeki din eğitim ve öğretiminin Tanzimat’tan bugüne kısa bir tarihçesi üzerinde durulmuştur. İkinci bölümde ise İlahiyat Fakülteleri’nin İslam hukuku anabilim dalı ders müfredatı ve müfredata ilişkin problemler ile çözüm önerileri ve teklifler sunulmuştur. Ancak özelde İslam hukuku anabilim dalını ilgilendirmekle birlikte bu anabilim dalının Yüksek Öğretim Sisteminin bir parçası olduğu dikkate alınarak zaman zaman genele ait sorun ve çözümlere de değinilmiştir.
  • Öğe
    Hicrî VIII. yüzyıla kadar yapılan İ‘Râbu’l-Kur’ân çalışmaları ve Es-Semîn El-Halebî’nin Ed-Durru’l-Masûn’u
    (Muş Alparslan Üniversitesi, 2018) Arslan, Mehmet Nafi
    Kur’ân ile ilgili filolojik izahlar henüz Hz. Peygamber (s.a.v) ve sahabe döneminde yapılmaya başlanmıştır. Sonraki dönemlerde Kur’ân’ı tamamen filolojik açıdan tefsir eden eserler telif edilmiştir. Bu eserlerden bazıları, ayetleri tek tek sarf ve nahiv ilmine göre açıklayan ve İ‘râbu’lKur’ân olarak bilinen eserlerdir. Hicrî VIII. asır âlimlerinden es-Semîn el-Halebî (ö. 756/1355)’nin ed-Durru’l-masûn fî ‘ulûmi’l-kitâbi’l-meknûn adlı eseri de bu tarz eserlerin en hacimli örneklerinden biridir. Bu çalışmada başlangıçtan ed-Durru’l-masûn’un telif edildiği asra kadar yapılan İ‘râbu’l-Kur’ân çalışmaları ele alındıktan sonra söz konusu eserin ayrıntılı incelenmesi yapılmıştır.
  • Öğe
    Kur'an perspektifinde insanın kötü davranışlarının analizi
    (Cahit AYDEMİR, 2016) Çelik, Ahmet
    Kur’an’da Allah’ın sevmediğini belirttiği kötü vasıfları araştırdığımızda on bir davranışın Allah tarafından sevilmediğinin ifade edildiğini görmekteyiz. Bu vasıfları konu edinen toplam yirmi bir ayet mevcuttur. Bunlar mu’tedîn, müfsidin, kâfirin, zalimin, müsrifin,hâinîn,müstekbirîn, ferihin,muhtalenfehura,hevvanenesima, hevvanenkefuradir. Allah’ın sevmediğini belirtiği bu vasıfları konu edinen âyetlerin analizlerini yaptık ve her konunun sonunda günümüze ışık tutacak mesajları çıkarıp değerlendirdik.
  • Öğe
    Fıkhın kelâma tercihi İmam Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî örneği
    (Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 2023) Akay, İhsan
    İslâm düşünce ve ilim tarihinde ayrı bir ehemmiyete sahip kelâm ve fıkıh ilimleri, teşekkül süreçlerinde diğer ilimlerle olan etkileşimleriyle ve dinî tefekkürün tekâmülüne dair katkılarıyla öne çıkmışlardır. Belli yöntemler ihtiva etmelerinin yanında şer’î ilimler arasında kendilerine münhasır birtakım işlevlere sahip olmaları, onları “fıkıh” kavramı altında birleştirmiştir. Literatürde fıkhın lisânî, şer’î, aklî ve amelî cihetini temsil eden alan “usûl-i fıkıh” ve “fürû-ı fıkıh”, akideye dair kısım ise “usûlü’d-dîn” veya “fıkhu’l-ekber” şeklindeki kavramlarla yaygınlık kazanmıştır. Bu bağlamda kelâm-fıkıh disiplinleri özelinde iki büyük Sünnî fıkıh mezhebinin kurucu imamları Ebû Hanîfe ve Şâfiî etrafında cereyan eden birtakım ifrat ve tefrit derecesindeki değerlendirmeler ve yaklaşımlar dikkatimizi çekmiştir. Nitekim bahsi geçen imamların başlangıçta kelâmla uğraştıkları halde daha sonra ona karşı mesafeli ve menfî bir reaksiyon gösterdikleri şeklinde bazı nakillere yer verilmiştir. Meşhur öğrencileri de kendilerine bu manada ciddi tavsiyeler olduğunu dile getirmişlerdir. Bundan hareketle mezkûr hususların arka planını irdelemek amacıyla bu çalışma ele alınmıştır. Bu amaca matuf konumuzun ana mihverinde iki imamın fıkhı tercih sebepleri genel bir kritiğe tâbi tutulmuştur. Konuya dair bulgular, tespitler ve ulaşılan sonuçlar hakkında şunları söylemek mümkündür: İmam Ebû Hanîfe’nin yaşadığı Emevîler ve Abbâsîler dönemleri ile İmam Şâfiî’nin yaşadığı Abbâsîler dönemi, siyasî, içtimaî, iktisadî, dinî ve ilmî gelişmeler, sonuçları bakımından İslâm tarihinin en önemli dönemleri sayılmıştır. Fethedilen yeni yerlerle birlikte idarî ve ilmî merkezlerin kozmopolit bölgelerde temerküz etmeleriyle oralarda entelektüel ve çok kültürlü bir toplum oluşmuştur. Telif ve tercüme faaliyetleri, aklî ilimlerin ve ilmî münazaraların gelişmesine katkı sağlamıştır. Kelâm ve fıkıh gibi ilimler, planlı, sistemli ve dinamik gelişmeler kaydetmiştir. Şu var ki bu gelişmelerin felsefî izahatlara dayalı bir yöne kayması ve naslara aykırılık arz etmesi neticesinde itikadî konulara birtakım menfî yansımaları olmuştur. Bilhassa sahabe döneminden itibaren ortaya çıkan Havâric, Şîa, Cehmiyye, Mu’tezile, Müşebbihe, Kaderiyye ve Cebriyye gibi marjinal oluşum ve fırkaların organize bir şekilde harekete geçmeleri Müslümanlar arasındaki itikadî tefrikatları büyütmüştür. Umumiyetle büyük günah işleyenlerin tekfir edilmesi, Allah’ın sıfatları, halku’l-Kur’ân, rü’yetullah, kader, kabir azabı, cennet ve cehennemin yaratılmış olması gibi meselelerde dinî/itikadî hudutlar aşılmıştır. Bundan mütevellit saptırıcı ve kurgusal düşünceye iltifat etmeyen İmam Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî gibi bazı ilim erbabı tarih sahnesine çıkmıştır. Ehl-i re’y ile Ehl-i hadis ekollerinin bu iki önderi, itikadî meseleleri Kitap ve Sünnetten bağımsız olarak ele aldıklarını düşündükleri ehl-i kelâmın yöntemlerine muhalefet etmişlerdir. İkisi de filozofların veya onları takip edenlerin dinin inanç esaslarına ilişkin iddialarına karşı çıkmıştır. Dinin kabul etmediği birtakım yargıların/hükümlerin ihdas edilmesinin kaçınılmaz zararlarını gören iki imam mezkûr tartışmalardan uzaklaşmışlardır. Onlar, dönemin siyasî ve dinî atmosferinde Müslümanlara daha fazla fayda sağlayacağına inandıkları ve makul tercih olarak gördükleri fıkıh ilmine yönelmişlerdir. Yaşadıkları menfî durumlar karşısında amelî konulara yönelmelerini fıkhı kelâma üstün görmek değil de merkezinde Kitâb ve Sünnet olan, dinin aslına ve genel ilkelerine ters düşmeyen bir kelamı kabul ettikleri şeklinde anlaşılmalıdır. Bilinçli/ilkesel bir karar olduğu anlaşılan bu tercihin iki imamın usûl düşünceleriyle de yakın bir ilişkisi vardır. İmam Ebû Hanîfe bu hususta istihsânı, İmam Şâfiî ise kıyası esas almıştır. Fıkıh ilmini tercih etme safhasında Ebû Hanîfe, ilim erbabıyla hem birtakım istişarelerde bulunmuş hem de İslâmî ilimler arasında ciddi bir karşılaştırma yaparak hareket etmiştir. Şâfiî ise ders aldığı hocalardan özellikle de İmam Mâlik’ten konu hakkındaki tavsiyelerini dikkat alarak daha başlangıçta fıkıh ilmine yönelmiş ve kelâma mesafeli bir tavır takınmıştır. İki imam da ehl-i bid’at olarak gördükleri fırkalar arasında en fazla ve en sert mücadelelerini Mu’tezile’ye karşı vermişlerdir. İkisi tarafından da Kur’ân, Sünnet ve selef-i sâlih vurgusu bariz bir şekilde serdedilmiştir. Ancak bu mücadelede Ebû Hanîfe, beli bir dönemde daha fazla öne çıkmış ve ciddi bir mesai harcayarak sayısız münazarada bulunmuştur. Şâfiî ise ilmî hayatının ekseriyetinde bu tartışmalardan uzak durmuştur. Bununla birlikte ikisinin de dönemin itikadî yaklaşımları karşısında benzer kaygı/endişeler taşıdıkları, fıkha yönelme tercihlerinin örtüştüğü görülmüştür.
  • Öğe
    A messianic prophethood claims within Islam, Hinduism and Christianity in the context of zeitgeist
    (Ahmet İshak DEMİR, 2020) Küçüköner, Halide Rumeysa
    The concept of “zeitgeist” is used toexpress the rising values of time withinthe framework of the ideas that emergein a certain period. The concept enablesthe understanding of similar ideasemerging in the same or different geographies at certain times. Because humanbeings often display similar attitudes in similar situations, and even ifthey live in different regions and geographies, they produce similar solutionsto their common needs. As a matter offact, it is understood that the similarsituational so took place in the 19thcentury, the people struggled with disasters and wars and in connection withthis, ideas related to “the End of theWorld” were put forward. Some peopleliving in different parts of the world,such as the Indian sub-continent, Europe, Russia, and America, were in a"savior" expectation, and some of themwere in the expectation of a “prophet” inthe context of the continuity ofprophethood in that time. In this context, various beliefs about the combination of salvation and prophethood institutions have also come to the agenda;thus, a new theory of prophecy, whichwe can call "messianic prophethood",meaning “savior-prophet”, which expresses a higher mission, has emerged.The basis of this theory was the ideathat a mere “savior” would not beenough for the restoration of the deterioration in the end times and a universalsavior-prophet would be needed to dissolve religious differences. This understanding carries out a significant mission in terms of understanding thespirit of that time. The aim of this studyis to examine some examples of theclaims of “messianic prophethood” inIslam, Hinduism and Christianity in thecontext of “zeitgeist”.
  • Öğe
    İzkevî' ye göre mu' tez ile fırkaları ve görüşleri
    (Çorum Çağrı Eğitim Vakfı, 2015) Ateş, Orhan
    Mutezile Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslüman toplumun sos-yo- kültürel hayatında yaşanan değişmeler sonucu ortaya çıkan siyasi veitikadî krizlere felsefeden güç alarak akılcı yöntemlerle çözüm bulmayaçalışan rasyonalist bir fırka olarak bilinmektedir. Mutezile hakkında çokşey biliyor olmamıza rağmen İbâdî kaynakların Mutezileye bakışı hak-kında yeterli bilgiye sahip değiliz. Bu makalede İbâdî mezhepler tarihçisiİzkevînin Keşful-Gumme adlı eserinde yer alan Mutezile bölümündenyola çıkarak İbâdiyyenin Mutezileye bakışını ortaya koymaya çalışacağız.
  • Öğe
    İbâdî fikirlerin oluşumunda Mu'tezile'nin rolü
    (Çorum Çağrı Eğitim Vakfı, 2015) Ateş, Orhan
    Mutezile ve İbâdiyye İslâm tarihinde teşekkül eden iki farklı fırkadır. İbâdiyye orijin olarak Havâricin alt fırkaları arasında yer almaktadır. Ancakdini ve siyasi fikirleri bakımından Mutezileye oldukça yakındır. İbâdiyye tepkisel kabilevi din anlayışı içerisinde değerlendirilirken Muteziletam zıt kutupta akılcı hadari din anlayışı içerisinde ele alınmaktadır.Mutezile ve İbâdiyyenin dini ve siyasi görüşlerinin büyük çoğunluğununbenzerlik göstermesi araştırmaya değer bir husustur. Bu makalede İbâdîfikirlerin teşekkülünde Mutezilenin rolü tartışılacaktır.
  • Öğe
    İbâdî Bilgin Ebî Hazer Yağlâ b. Ziltâf El-Vesyânî'nin Mu ' tezile reddiyesi
    (Çorum Çağrı Eğitim Vakfı, 2015) Ateş, Orhan
    İbâdî kaynaklar açısından Umman ve Kuzey Afrika son derece önemli birbölgedir. Basrada teşekkül eden İbâdiyye kısa zaman sonra Kuzey Af-rikada çok sayıda taraftar bulmayı başarmıştır. Bölgeyi ilim merkezineçeviren İbâdiyye burada çok sayıda âlim yetiştirmiştir. Ebî Hazer dördün-cü asır İbâdî bilginlerindendir. er-Redd alâ cemîil-muhâlifîn adlı eseri iletanınmaktadır. Bu makalede Ebî Hazer hakkında bilgi verilecek ve ona aiter-Redd alâ Cemîil-Muhâlifîn adlı eserinde yer alan Mutezileye Reddiye isimli kısın tercüme edilerek kısa bir değerlendirme yapılacaktır. Ebî Ha-zer tercümesini yaptığımız bölümde Mutezilenin adl prensibi bağlamındaefalül-ibâd konusunu tartışmaktadır.
  • Öğe
    Reb’-i-Reşîdî hankâhında iki ârif: K?şânî ve Dâvûd-i Kayserî
    (Şarkiyat Araştırmaları Derneği, 2020) Alkış, Abdurrahim
    Dâvûd-i Kayserî, aslen Tahran’a yakın Sâve şehrinden gelmiş bir âilenin ferdi olarak Kayseri’de doğmuş, ilk tahsîlini Anadolu’da görmüş ve ardından Mısır’a gitmiştir. Mısır seferinden sonra tekrar Anadolu’ya dönen Kayserî, hayatının on yılı aşkın bir kısmını Tebrîz’in meşhur Reb’-i-Reşîdî semtinde (kampüsünde) geçirir. İleri yaşına rağmen burada hem talebelik hem de hocalık yapar. Dönemin önemli âriflerinden olan Abdürrezzâk-ı Kāşânî’den Füsûs ve Te’vîlât dersleri alır. Kayserî tasavvuf çevrelerince çokça tutulan Füsûs Şerhi’ni ve birkaç eserini bu kampüs içerisinde bulunan hankāhta kaleme alır. Hankāhın kurucusu İlhanlı veziri Reşîdüddîn Fazlullah ve Reşîdüddîn’in oğlu Ğıyâseddîn Muhammed ilim ehline aşırı ihtimâm göstermişler bu bağlamda hem Kayserî’ye hem de Kāşânî’ye oldukça önem vermişler ve onlara ilmî faaliyetler için çok iyi bir ortam hazırlamışlar. Binâenaleyh her iki ârif de birçok eserini ona ithâm ederek kaleme almıştır. Biz bu çalışmamızda Kayserî’nin hayâtı hakkında bâzı bilgiler verdikten sonra ismi geçen zatlar arasındaki ilişkiyi irdelemeye çalışacağız.
  • Öğe
    Fikhu’s-sîre literatürü ve öne çıkan üç eserin mukayesesi
    (Şarkiyat Araştırmaları Derneği, 2022) Taş, Aydın
    Çağdaş dönemde siyer-i nebiyi kronolojik olarak anlatıp ondan çıkarılacak ibret, öğüt ve hükümlere yoğunlaşan “fıkhu’s-sîre” adlı eserler dikkat çekmektedir. Özellikle bu eser türünün ilk ve en önemli örnekleri olan Muhammed el-Gazzâlî, Ramazan el- Bûtî ve Munîr el-Gadbân’ın Fıkhu’s-sîre adlı eserleri büyük ilgi ve kabul görmüştür. Makalemizde fıkhu’s-sîre’nin tanımı verilmiş ve henüz kavramlaşmadığı tespiti yapılmış, bunun muhtemel nedeni izah edilmeye çalışılmıştır. Günümüzde “fıkhu’s-sîre” adıyla biri Türkçe diğerleri Arapça yazılmış; on dördü kitap, biri doktora tezi olmak üzere toplam on beş eser vardır. Ayrıca doğrudan “Fıkhu’s-sîre” adını taşımamakla birlikte bu içeriğe sahip dokuz da çağdaş Arapça eser tespit edilmiştir. Önemine binaen Gazzâlî, Bûtî ve Gadbân’ın kitapları; takip ettikleri metot, hedefleri, konuların işleniş tarzı, içerikleri ve kaynakları açısından bir makale çerçevesinde tanıtılıp mukayese edilmiştir. Bu üç eser, Hz. Peygamber’in doğru anlaşılması ve örnek alınması amacına matuf olarak yazılmıştır. Onun için söz konusu üç eserde siyerle ilgili sahîh bilgilerin verilmesine ve herkesin anlayabileceği bir dil kullanılmasına özen gösterilmiştir. Siyer konuları; Gazzâlî ve Bûtî’de içerik, Gadbân’da ise Mekke ve Medine dönemleri itibara alınarak işlenmiştir. Bûtî’nin eseri, diğer ikisine göre daha sistematik gözükmektedir. Gazzâlî ve Bûtî olayları kompoze ederek anlatırken, Gadbân çoğunlukla ilgili âyet ve rivayetleri sıralamayı tercih etmiştir. Üç yazar da ağırlıklı olarak hadis kitapları ile İbn İshâk’ın Siyer’inden yararlanmıştır. Gadbân bunlara ilaveten İbn Kesîr’in el-Bidâye ve’n-nihâye’sinden de çokça istifade etmiştir. Bunların dışında klasik ve modern çeşitli kaynaklardan faydalanmışlardır. Bûtî ve Gadbân’ın kullandığı kaynakların, Gazzâlî’ye göre daha zengin olduğu görülmektedir.
  • Öğe
    Erken dönem Gûlat-ı Şîa’nın Âyetleri Te’vîlinde Fârisî etki
    (Harran Üniversitesi, 2023) Zamur, Hüseyin
    Hz. Peygamber’in vefatının ardından ortaya çıkan olaylar neticesinde hilafet, büyük günah vb. konularda tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmalar, süreç içerisinde Müslümanlar arasında siyasî ve itikâdî fırkaların oluşmasına neden olmuştur. Her akım, kendi dava veya iddiasının doğruluğunu ispatlamak için Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerden referanslar bulmaya çalışmıştır. Fırka mensupları, istedikleri delilleri bulamadıklarında mezhebî saikle ya Kur’ân’daki bazı âyetleri kendi düşüncelerine uygun bir biçimde te’vîl etme yoluna gitmiş ya da bu doğrultuda rivayetler inşa etmeye çalışmışlardır. Bu tür faaliyetlere girişenlerin başında erken dönemde ortaya çıkan aşırı Şiî (Gulât-ı Şia) fırkalar gelmektedir. Kur’an ayetlerini te’vil etmede ilk aşırı örneklerin erken dönem aşırı Şiî fırkalar tarafından ortaya konduğu söylenebilir. Bu fırkaların ortaya koydukları aşırı te’vîl daha sonra İslâm kültüründe derin bir iz bırakan bâtınî te’vîl metodunun ilk nüvelerini oluşturmuştur. Aşırı te’vîl, Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin siyak ve sibakının göz ardı edilmesine, âyetlerin asıl vermek istediği anlamın ortadan kalkmasına ve âyetlerin indî yorumlarla tefsir edilmesine yol açmıştır. Erken dönemde yapılan te’vîller, daha sonra özellikle İsmâiliye fırkası ve İmâmiyye Şîa’sı tarafından yapılan te’vîllerin arka planını ve Şiî tefsirlerde var olan aşırı te’vîllerin kaynağını göstermektedir. Böylece erken dönemdeki aşırı te’vîllerin bilinmesi daha sonra İmâmiyye Şîa’sındaki te’vîllerin de anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Bu da ilk dönemde yapılan aşırı tevilleri önemli hale getirmektedir. Erken dönemde ortaya çıkan te’vîller daha çok aşırı Şiî fırkalar tarafından ortaya konulduğundan bu fırkalar çalışma konusu edilmiş, onlar tarafından savunulan görüşler ve bu görüşler doğrultusunda te’vîl edilen âyetler ele alınmıştır. Çalışmada, erken dönemde söz konusu fırkalar tarafından yapılan te’vîller ve bu te’vîllerin arka planında yatan inançlar etraflıca ele alınmaya gayret edilmiştir. Çalışmada siyasi çatışmalara ve bu çatışmaların etkilerine değinilmeden ancak siyasetin etkisi de göz önünde bulundurularak daha çok dinî ve kültürel etki üzerinden Hz. Peygamber sonrasından hicrî 2. yüzyılın ortalarına kadar ortaya çıkan te'vîller objektif bir biçimde ele alınmaya çalışılmıştır. Bu yüzden öncelikle makalenin ana temasını oluşturan te’vîl kelimesi incelenmiş ve bu kelimenin İslâm öncesi uygulamalarına değinilmiştir. Akabinde Hz. Peygamber’den tabiûn dönemine kadarki süreçte ve Kur’ân-ı Kerîm’de bu kelimenin kullanış biçimleri ve ilk te’vîl örnekleri ele alınmıştır. Ardından aşırı Şiî fırkalar ve bu fırkaların öncüleri sayılan şahsiyetler ele alınmıştır. Böylece bu fırkaların ortaya çıktığı bölgeler ve bu fırka önderleri ile mensuplarının daha önce sahip oldukları inançların yapılan ilk aşırı te’vîllerin üzerindeki etkisi ortaya konmaya çalışılmıştır. Çünkü fırka liderlerinin bilgi düzeyi, yetiştiği toplum ile kültürü ile fırkanın ortaya çıktığı coğrafya arasında sıkı bir ilişki vardır. Bu da fırkaların düşünsel arka planı hakkında bilgi vermektedir. Daha sonra fırkaların kronolojik sırası göz önünde bulundurularak aşırı Şiî fırkalar tarafından te’vîl edilen âyetler aktarılmış ve değerlendirilmeye çalışılmıştır. Çalışmada erken dönemde aşırı Şiî fırkalar tarafından Kur’ân-ı Kerîm’in aşırı yorumlar ile te’vîl edilmesinin arka planında Yahudi ve Hristiyanlığın etkisinden çok Fars kültürü havzasında ortaya çıkan Maniheizm dini ile Mazdekilik gibi dînî hareketlerin etkisinden bahsetmenin daha doğru olacağı kanaatine vardık. Nitekim erken dönem aşırı te’vîllerin Emevî iktidarının veya Haricilerin egemen olduğu bölgelerde değil de erken dönem Şiî fırkaların yeşerdiği bölgelerde ortaya çıkması ve bu bölgelerde Fârisî mezheplerin etkisinin var olması bunu göstermektedir. İslâm kültüründe aşırı düşünce ortaya koyanların veya aşırı te’vîlde bulunanların zındıklıkla suçlanması da te’vîl anlayışının asıl kaynağının kadim Fârisî dinler ve fırkalar olduğunun bir başka göstergesidir. Nitekim Zend kelimesinin “Avesta’nın te’vîli” anlamında kullanılmış olması yine Avesta’yı zahirine aykırı bir şekilde te’vîl edenlere de zendî denilmesi bu söylediklerimizi desteklemektedir. Bu yönüyle Zındık kelimesi ise (زَنْدِ كِرَاي) sözcüğünden türetilen Arapçalaşmış bir kelime olarak kabul edilmiştir.
  • Öğe
    Üç kaffâl ve şâfiî mezhebine katkıları
    (Diyanet İşleri Başkanlığı, 2023) Akay, İhsan
    Abbâsî Devleti ile Büyük Selçuklular ve onlara bağlı hanedanlıklar döneminde İslâm kültür ve medeniyetinde derin izler bırakan önemli hadiseler gerçekleşmiştir. İlmî faaliyetlerin altın çağını yaşadığı bu dönemlerde özellikle fıkhî hareketlilik güçlü bir ivme kazanmıştır. Şâfiî mezhebi özelinde temelde aynı olmakla birlikte fakihlerin istidlâl, istinbât, tahrîc ve tercihlerinin farklı olmasından ötürü tarîkatu’l-Irâkiyyîn ve tarîkatu’l-Horasâniyyîn şeklinde iki ekol zuhur etmiştir. Bu ekoller, hicrî IV. ve V. asırlarda nakil/istikrar dönemine tevafuk etmiştir. Her bir ekolün önemli temsilcileri olarak Muhammed b. Ali (ö. 365/976), Abdullah b. Ahmed (ö. 417/1026) ve Muhammed b. Ahmed (ö. 507/1114) isimli üç “Kaffâl” dikkat çekmiştir. Hanefî mezhebinin hâkim olduğu bölgelerde Şâfiîliğin ikinci büyük mezhep konumuna gelmesinde büyük pay sahibi olan bu fakihlerin, “Ebû Bekr” ve kilitçi anlamına gelen “el-Kaffâl” gibi aynı künye ve nisbelerle anılmaları karışıklığa sebebiyet vermiştir. Binaenaleyh mevcut duruma dikkat çekmek ve konuya katkı sağlamak amacıyla bu çalışma yapılmıştır. Sonuç olarak üç Kaffâl’ın Şâfiî mezhebinin istikrar ve gelişiminde çok önemli katkılar sundukları anlaşılmıştır.
  • Öğe
    İslam hukukuna göre sarf akdinde banka kartlarının kullanımı
    (Şarkiyat Araştırmaları Derneği, 2017) Turan, M. Hadi
    İslam Hukukuna göre sarf akdinde ivazların aynı mecliste ve peşin olması esastır. Vade, taksit veya bir başkasına havale kabul görmemektedir. Ancak günümüzde banka kartlarının alışverişlerde yaygın biçimde kullanılması, zamanla sarf akdine de sirayet etmiştir. Çoğunlukla ihtiyaçtan dolayı banka kartlarıyla da altın alışverişi yapılmaktadır. Tek çekim yanında bazı kuyumcuların vade farkı koymadan taksitle de satış yaptıkları bir vakıadır. Vade farkı ister uygulansın, isterse uygulanmasın, sarf akdinde taksit meşru değildir. Bu hükümde İslam hukukçuları ittifak etmiştir. Ancak banka kartıyla ve tek çekimle altın alışverişi tartışmalıdır. Kimi İslam hukukçuları tek çekimle yapılan alışverişi meşru saymış, kimi ise saymamıştır. Ama genel olarak sarf akdinde aynı mecliste tarafların ivazları birlikte karşılıklı olarak teslim etmeleri gerektiği hususunda uzlaşmışlardır. Ne var ki, banka kartıyla yapılan alışverişte, bankanın devreye girmesi, altın karşılığı olan ivazın hesaba havalesi ve bu havalenin (hesaba yatan paranın) nakit paranın yerini alıp almadığı şüpheyle karşılanmıştır. Esasen hesaptaki paranın her türlü ve anında tasarrufa imkan verdiğini iddia etmek de mümkün değildir. Sözgelimi rehin bırakmak, nakdi sadakada bulunmak bunlardan bazılarıdır. Sarf akdinde ivazlar aynı mecliste karşılıklı olarak ve aynı anda elden ele teslim edilmelidir. Bu teslimle birlikte tarafların birbirlerine karşı borcu kalmamalıdır. Yani ilave bir işleme, kişiye, kuruluşa ihtiyaç duymadan ivaz üzerinde tek taraflı olarak tasarruf edilebilmelidir. Zira teslim alınan ivazlarla anında her türlü tasarrufta bulunabilmek, kabzın gerçekleşmiş sayılmasının ve geçerli olduğunun bir işaretidir. Tasarruf konusunda herhangi bir kısıtlama getirmek veya ek işlemlere başvurmak da doğru değildir. Bu çalışmamızda, teorik bilgiler yanında, günlük hayattaki pratiğini de göz önüne alarak, sarf akdinde banka kartlarının kullanımına ilişkin bazı şüpheli durum ve kaygıları ortaya koymaya çalıştık. Bunun için de öncelikle konumuzla ilgili gördüğümüz akademik çalışmaların yanında, banka mevzuatının ilgili kuralları ve nihayet İslam hukuku kaynaklarından yararlandık. Sonuç olarak özellikle sarf akdinde bankayı taraf kılmanın mahzurlu olacağı kanaatine ulaştık.
  • Öğe
    Teori ve pratikte namaz sonrası tesbihât
    (Bingöl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 2017) Akay, İhsan
    Tesbihât, en genel anlamıyla Allah'ı zikretmek, noksanlıklardan beri tutmak ve şükretmek gibi anlamları ihtiva etmektedir. Allah'ı zikretmek ise İslâm hukukuna göre farzdır. Namazlardan sonra yapılan zikr ve tesbihât da bu farza icabet etmenin önemli bir vesilesidir. Ancak namaz sonrası yapılan tesbihâtın şer'i hükmü farz değil sünnettir. İslâm'ın rükünlerinden biri olan namazdan sonra yapılan "tesbihât", birçok hikmete matuftur. Tesbihât, Allah'a yaklaşmak ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in önemli bir sünnetini yerine getirme gayesi ile de asr-ı saadetten günümüze kadar kesintisiz olarak uygulana gelmiştir. Mezheplerde farklı uygulamalarla kendisini gösteren bu ibadet, Hz. Peygamber ve sahabe tarafından bireysel olarak uygulanmıştır. Tesbihâtın, sonraki dönemlerde cehrî ve cemaatle tatbik edilmesi ise talim amaçlıdır. Tesbihat uygulamalarındaki farklılığın kaynağı Hz. Peygamber'den varid olan rivâyetlerin çeşitliliğidir. Dolayısıyla tesbihâtta standart bir formattan söz etmek mümkün değildir.