Yazar "Kelekçi, Selvi" seçeneğine göre listele
Listeleniyor 1 - 20 / 39
Sayfa Başına Sonuç
Sıralama seçenekleri
Öğe Ailesel akdeniz ateşi bulunan çocuklarda idrarla kalsiyum atılımı(2009) Yel, Servet; Tutanç, Murat; Kelekçi, Selvi; Bozkurt, Yaşar; Evliyaoğlu, OsmanGiriş ve amaç: Genetik geçişli multisistemik bir hastalık olan Ailevi Akdeniz Ateşi (Familial Mediterranean fever, FMF) Türkiye’de seyrek değildir. FMF hastalarında hiperkalsiüri sıklığını belirleyerek bu grup hastalarda böbrek taşı riskini değerlendirmeyi amaçladık.Gereç ve yöntemler: Klinik bulgular ve moleküler genetik çalışmalarla FMF tanısı konup mutasyonları belirlenen 23 atak dönemi FMF’li, 58 remisyonda FMF’li hasta ve 25 adet yaş, cins ve antropometrik ölçümler bakımından benzer sağlıklı kontrol grubu çalışmaya alındı. Öykü, klinik muayene ve akut faz reaktanları (kan sedimantasyon hızı, C-reaktif protein ve fibrinojen düzeyleri) ile atak dönemleri tespit edildi. Olgulara diyet kısıtlanması yapılmadan 24 saatlik idrar kalsiyum düzeyleri ölçüldü.Bulgular: Atak dönemi FMF’li çocuklarda akut faz reaktanları (AFR) düzeyleri, hem ataksız dönem (P<0.001) hem de kontrol grubundan (P<0.001) anlamlı yüksek bulunurken; ataksız dönem ile sağlıklı kontroller arasında AFR düzeyleri bakımından anlamlı fark saptanmadı (P>0.05). Atak dönemlerinde FMF’li hastaların idrar kalsiyum düzeyleri (4.63±1.75 mg/kg/gün), hem ataksız dönemden (3.88±0.97 mg/kg/gün) hem de kontrollerden (3.30±0.82 mg/kg/gün) daha yüksek bulundu. Ancak, sadece atak dönemi FMF’liler ile kontrol grubu arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı düzeye ulaştı (P=0.013). Hiperkalsiüri sıklığı atak sırasında %30, ataklar arasında %26 ve kontrol grubunda %4.5 olarak bulundu.Sonuçlar: Pediatrik FMF hastalarında idrarla kalsiyum atılım fazlalığı dikkate alınıp, kalsiyum fazlalığının metabolik olduğu düşünülerek böbrek taşı riskine karşı dikkatli olunması uygun olacaktır.Öğe Ailesel Akdeniz ateşli çocuklarda atak sırasındaki ve ataksız dönemdeki akut faz yanıtlarının karşılaştırılması(2013) Kelekçi, Selvi; Ece, Aydın; Çakmak, Erdal; Yolbaş, İlyas; Şen, Velat; Güneş, AliAmaç: Bu çalışmanın amacı Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) bulunan çocuklarda akut faz belirteci (AFB) düzeylerininatak dönemi ve kolşisin tedavisi altında ataksız dönemdeki düzeylerini karşılaştırmaktır.Yöntemler: Klinik kriterlere göre AAA tanısı kondu ve tümhastalar prospektif olarak ortalama 1,2 yıl süreyle izlendi. Hastaların semptom başlama yaşı, tanı yaşı, klinik semptomlar ve AAA atağına ait bilgiler kaydedildi. MEFV genmutasyonları test hibridizasyon (strip Assay) yöntemi ile çalışıldı. Akut faz belirteci olarak periferik kan lökosit sayısı, eritrosit çökme hızı (EÇH), serum C-reaktif protein (CRP) ve fibrinojen düzeyleri hem AAA atağı sırasındahem de ataklar arası dönemde standart yöntemlerle ölçüldü.Bulgular: Çalışmaya 105 (55 kız, 50 erkek) AAA’lı çocukalındı. Hastaların yaş ortalaması 8,9±3,2 yıl, ortalama semptom başlangıç yaşı 5,9 yıl ve ortalama tanı yaşı 8,1yıl idi. MEFV gen mutasyonu olarak azalan sıklık sırasınagöre; E148Q (%29,2), M694V (%24,8), R761H (%15,3) ve V726A (%13,1) oranlarında saptandı. Atak dönemindehastaların ortalama AFB düzeyleri normal değerlerin üstünde olup, %80’inde en az bir AFB yüksek bulundu. Atakdışı dönemde ise tüm AFB ortalama değerleri normal sınırlar içinde olmakla birlikte, %31,4’ünde en az bir AFBdüzeyi normalden yüksek bulundu.Sonuç: Çalışma verilerine göre atakdışı dönemdeki AAA’lı çocukların %30’unda subklinik inflamasyon işareti olabilecek en az bir AFB yüksekliği mevcuttu. İnflamasyonu atak dışı dönemde devam eden hastalarda, kronik inflamasyona sekonder bir komplikasyon gelişmemesi için, AAA’lı hastalarda kolşisine ilave yeni anti-enflamatu- ar ilaçların kullanımı düşünülebilir.Öğe Antibiotic resistance in childhood with pneumococcal infection(2014) Taş, M. Ali; Yolbaş, İlyas; Kelekçi, Selvi; Gürkan, M. Fuat; Şen, Velat; Güneş, Ali; Taş, TaşkınAmaç: Menenjit, pnömoni gibi ciddi hastalıklara neden olan pnömokoklardaantibiyotiklere karşı direnç son yıllarda giderek artmaktadır. Bu direnç oranları coğrafi bölgeler arasında farklılık göstermektedir. Bu çalışmada bölgemizdeki pnömokok enfeksiyonlarında antibiyotik direnç oranlarının belirlenmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Çalışmada Aralık 2004-Nisan 2007 tarihleri arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kliniğine ve Diyarbakır Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesine menenjit, sepsis ve üriner sistem enfeksiyonu nedeniyle başvuran ve alınan kan, beyin omurilik sıvısı ve idrar kültürü örneklerinden pnömokok üreyen hastalardan izole edilen 31 pnömokoksuşu çalışmaya alındı. Klinik örneklerden üreyen alfa hemoliz yapan, optokine duyarlı, safrada çözünen, gram pozitif diplokok morfolojisindeki bakterilerS. pneumoniae olarak tanımlandı. Pnömokok üreyen kültürlerde suşların antimikrobiklere duyarlılıklarının araştırılmasında E-test yöntemi kullanıldı. Pnömokoklara karşı Penisilin MIC değeri < 0.06 ?g/ml değeri duyarlı, 0.12-1?g/ml orta düzey dirençli, ? 2 ?g/ml değeri yüksek düzey dirençli kabul edildi.Bulgular: E test yöntemi ile penisiline direnç durumu ise orta düzey penisilin direnci % 16, yüksek düzey penisilin direnci ise %3,2 bulundu. Suşlardan %80,7’sı ise penisiline duyarlıydı. Seftriakson direnci ise %3,2 olarak bulundu. Vankomisine direnç tespit edilmedi. Tartışma: Menenjit ve sepsis gibi ciddi durumlar dışında penisilin tedavisinin hala pnömokok enfeksiyonlarındakiyerini koruduğu, fakat çok merkezli çalışmalarla bunun desteklenmesi gerektiğini düşünmekteyiz.Öğe The association between depression and vitamin D and parathyroid hormone levels in adolescents(Mashhad University of Medical Sciences, 2016) Karabel, Müsemma; Şimşek, Şeref; Haspolat, Yusuf Kenan; Kelekçi, Selvi; Karabel, Duran; Tuncel, Tuba; Şen, Velat; Uluca, Ünal; Tan, İlhan; Şahin, CahitBackground: Depression, a challenging disorder, affects 1–6% of adolescents and early onset often predicts more serious manifestations in later life. Elevated Parathyroid hormone (PTH), parathormone levels have reported among adults with depression. In this study, the roles of 25(OH) D (vitamin D) and parathormone during adolescence, in which the frequency of depression is high, were studied. Materials and Methods: Patients who were followed-up jointly at both clinics and whose 25(OH) D and PTH levels were evaluated and questioned "Depression Scale for Children" for depression at the same time, were included in the study. Cases’ socio-demographic data, 25(OH) D and PTH levels and Depression Scale’ scores were recorded. Results: Depression was diagnosed in 35 (25.3%) of the 138 patients. No differences were found between vitamin D and parathormone in terms of age and gender in groups either with or without depression. Negative correlation was found between the vitamin D levels and depression score in the group with depression (r=-0.368; P=0.03). A significant and positive correlation was found between the PTH levels and depression score (r=0.399; P=0.018). A significant and negative correlation was found between 25(OH) D and PTH levels. Conclusion: Even if clinical depression is absent, the frequency of depressive symptoms is increased with decreased vitamin D levels and increased PTH levels, independent of other factors. The prevention of depression, specifically in adolescents, is important to decrease possible suicidal and homicidal thoughts that might arise during adulthood, and substance abuse. Maintaining vitamin D support during adolescence, as with the first year of life, is necessary for both the prevention and treatment of depression.Öğe Astım ve/veya allerjik rinitli çocuklarda tamamlayıcı ve alternatif tıp uygulamaları*(2014) Tuncel, Tuba; Gürkan, M. Fuat; Kelekçi, Selvi; Karabel, Müsemma; Şen, Velat; Cetemen, AyşenGiriş: Bu çalışmada amaç, astım ve/veya allerjik rinitli çocuklarda kullanılan tamamlayıcı ve alternatif tıp yöntemlerini, bu yöntemlerin kullanım sıklığını ve bu yöntemleri kullanmaya etki eden faktörleri araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışma Kasım 2012-Mayıs 2013 tarihleri arasında yapıldı. Otuz dört sorudan oluşan bir klinik araştırma formu hazırlandı. Bu formdaki sorular, astım ve/veya allerjik rinit tanısıyla en az üç aydır çocuk allerji polikliniğinde izlenen çocukların annelerine yöneltildi. Veriler SPSS for Windows v.16 (SPSS, Inc., Chicago, Illinois) programına kaydedildi. Verilerin değerlendirilmesinde, tanımlayıcı istatistikler, ki-kare ve lojistik regresyon analizleri kullanıldı. p< 0.05 anlamlı kabul edildi. Bulgular: Çalışmaya toplam 177 hasta alındı. Hastaların 136 (%77)sına tamamlayıcı ve alternatif tıp uygulamalarının tavsiye edildiği, 68 (%38.4) hastada herhangi bir zamanda bu yöntemlerin kullanıldığı saptandı. Astımı olan hastaların 34 (%43)üne, astım ve allerjik riniti olan hastaların 25 (%39.7)ine, allerjik riniti olan hastaların 9 (%25.7)una tamamlayıcı ve alternatif tıp uygulanmıştı. Gruplar arasındaki bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p> 0.05). Bal kullanımı, hem astımda hem de allerjik rinitte en sık uygulanan yöntemdi (sırasıyla %37 ve %22.9). Tamamlayıcı ve alternatif tıp yöntemlerinin %67sinde bitkisel ürünler kullanılmıştı. Tamamlayıcı ve alternatif tıp uygulayan ve uygulamayan grup karşılaştırıldığında, tanı, anne ve babanın eğitim düzeyleri, ailenin gelir düzeyi, deri testi pozitifliği, astım ve allerjik rinitin ağırlığı, hastalığın kontrol altında olması, birden fazla sayıda ilaç kullanımı, inhale steroid kullanımı açısından fark saptanmadı (p> 0.05). Lojistik regresyon analizinde tüm bu faktörlerin tamamlayıcı ve alternatif tıp kullanım riskini artırmadığı saptandı. Sonuç: Astım ve/veya allerjik rinitli hastalarda tamamlayıcı ve alternatif tıp kullanımı oldukça sıktır. Hekimlerin, bu yöntemler hakkında bilgi sahibi olmaları ve olası etki ve yan etkileri hakkında aileleri bilgilendirmeleri gerekmektedir.Öğe Atopik dermatitli çocuklarda tamamlayıcı ve alternatif tıp kullanımı(2013) Kelekçi, Selvi; Şen, Velat; Karabel, Müsemma; Tuncel, Tuba; Gürkan, M. Fuat; Cetemen, AyşenGiriş: Bu çalışmada amacımız, atopik dermatitli çocuklarda kullanılan alternatif ve tamamlayıcı tıp yöntemlerini, bu yöntemlerin kullanım sıklığını ve bu yöntemleri kullanmaya etki eden faktörleri araştırmaktır.Gereç ve Yöntem: Çalışma Kasım 2012-Mayıs 2013 tarihleri arasında yapıldı. Otuz dört sorudan oluşan bir klinik araştırma formu hazırlandı. Buformdaki sorular, en az üç aydır çocuk allerji polikliniğinde atopik dermatit tanısıyla izlenen çocukların annelerine yöneltildi. Veriler SPSS for Windows v.16 (SPSS, Inc., Chicago, Illinois) programına kaydedildi. Verilerin değerlendirilmesinde tanımlayıcı istatistikler, Mann Whitney-U, Fisher’s exact testleri ve lojistik regresyon analizleri kullanıldı. p< 0.05 anlamlı kabul edildi.Bulgular: Atopik dermatitli 50 çocuk çalışmaya alındı. Hastaların %46’sının alternatif ve tamamlayıcı tıp yöntemlerine başvurduğu belirlendi. En sık başvurulan yöntemler; dua, bitkisel yöntemler ve tükürük sürme olarak saptandı. Bu yöntemlerin en sık kullanma nedeni (%47) tıbbi tedaviden fayda görememekti. Kullananların %13’ü tam, %30’u kısmi fayda gördüğünü düşünmekteydi. Hastaların toplam %68’ine tamamlayıcı ve alternatif tıp yöntemleriyle ilgili önerilerde bulunulmuştu. En sıköneri çevre ve aile büyüklerinden gelmekteydi. Ailenin geliri, anne ve babanın eğitim düzeyleri, ailetipi, tamamlayıcı ve alternatif tıp kullananlar ve kullanmayanlar arasında benzerdi (p> 0.05). Atopikdermatitin ağırlığı iki grup arasında farklıydı ve ağır atopik dermatitte tamamlayıcı ve alternatif tıp kullanımı artmaktaydı (p< 0.05).Sonuç: Atopik dermatitli hastalarda tamamlayıcı ve alternatif tıp yöntemlerine başvurma oranı oldukça yüksektir. Hekimlerin bu yöntemler hakkında bilgi sahibi olmaları gerekmektedir.Öğe Bir üniversite hastanesi'ndeki pseudomonas aeruginosa suşlarının antibiyotik duyarlılıkları(2014) Şen, Velat; Aktar, Fesih; Yolbaş, İlyas; Tekin, Recep; Kelekçi, Selvi; Tan, İlhan; Bozkurt, Fatma; Balık, HasanÖz: Amaç: Pseudomonas aeruginosa infeksiyonları en sık görülen hastane infeksiyonlarıdır. Bu çalışmada, Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde izole edilen P.aeruginosa suşlarının direnç oranlarının belirlenmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza Haziran 2010 ve Haziran 2011 tarihleri arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde çeşitli materyallerden izole edilen 171 hastaya ait P.aeruginosa kültür sonuçları alındı. P.aeruginosa suşlarının direnç oranları klasik yöntemlerle veya BD Phoenix (BD Diagnostic Systems, Sparks, MD) otomatik sistem kullanılarak belirlendi. Bulgular: Çalışmamız 64 (%37.4) kız ve 107 (%62.6) erkek olgudan oluşuyordu. P. aeruginosa suşlarında direnç oranları; siprofloksosin %50 (104/210), sefepime %43 (66/154), seftazidime %40 (63/158), gentamisin %32 (51/157), imipenem %25 (40/159), meropenem %25 (40/159), piperasillin/tazobaktam %23 (36/157), amikasin %14 (22/161), kolimisin %5 (2/37) olarak bulundu. Sonuç: Kültür materyallerinden izole ettiğimiz P.aeruginosa suşlarında yüksek oranda antimikrobiyal direnç ve çoğul direnç bulundu. Bu sonuçlar direnç gelişimini engelleme amacıyla uygun, dar spektrumlu antibiyoterapi seçimi ve hijyen kurallarına uyumun önemini göstermektedir.Öğe Bir üniversite hastanesindeki Acinetobacter baumannii suşlarının antibiyotik duyarlılıkları(Modestum Publishing Ltd., 2013) Yolbaş, İlyas; Tekin, Recep; Güneş, Ali; Kelekçi, Selvi; Şen, Velat; Tan, İlhan; Uluca, ÜnalAmaç: Acinetobacter baumannii suşları sahip oldukları antibiyotiklere karşı çoklu direnç geliştirme yeteneği sayesinde günümüzde neredeyse tedavi edilemez hastane kaynaklı enfeksiyonlarının patojeni haline gelmiştir. Çalışmamızda Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde çeşitli örneklerden izole edilen A. baumannii suşlarının direnç oranları belirlemesi amaçlandı. Yöntemler: Çalışmamıza Haziran 2010 ve Haziran 2011 tarihleri arasında Dicle Üniversitesi tıp fakültesi hastanesinde takip edilen hastalardan izole edilen 270 hastaya ait A. baumannii kültür sonuçları değerlendirildi. A. baumannii suşlarının direnç oranları klasik yöntemlerle ve BD Phoenix (BD Diagnostic Systems, Sparks, MD) otomatik sistemi kullanılarak belirlendi. Bulgular: Çalışmamız 82 (% 30.4) kadın ve 188 (% 69.6) erkek olgudan oluşuyordu. A. baumannii suşları için amikasin (% 76), ampisillin/sulbaktam (% 94), aztreonam (% 96), sefepim (% 95), sefotaksim (% 98), seftazidim (% 95), siprofloksasin (% 93), kolistin (% 6), gentamisin (% 94), imipenem (% 87), levofloksasin (% 87), meropenem (% 87), piperasillin/tazobaktam (% 92), tetrasiklin (% 84), trimetoprim/sulfametoksazole (% 82) direnç oranları görüldü. Sonuç: Kültürlerimizden izole ettiğimiz A. baumannii suşlarında kolistin hariç diğer antibiyotiklere karşı çok yüksek oranda direnç görüldü. Antibiyotik duyarlılığının bölgeler, hastaneler ve hatta kliniklerde yıldan yıla değişebileceği unutulmamalı ve direnç gelişimi sürekli izlenmelidir. Kültür sonucu çıkıncaya kadar ampirik tedavi seçilirken o yerin A. baumannii direnç oranları göz önünde bulundurulmalıdır. A. baumannii ile oluşan enfeksiyonlarda tedavi sırasında direnç gelişebileceği düşünülerek kültür ve antibiyogramlar tedavi sırasında tekrarlanmalıdır.Öğe Bir Üniversite Hastanesi’ndeki Pseudomonas Aeruginosa Suşlarının Antibiyotik Duyarlılıkları(2014) Yolbaş, İlyas; Balık, Hasan; Bozkurt, Fatma; Şen, Velat; Aktar, Fesih; Tekin, Recep; Kelekçi, SelviAmaç: Pseudomonas aeruginosa infeksiyonları en sık görülen hastane infeksiyonlarıdır. Bu çalışmada, Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde izole edilen P.aeruginosa suşlarının direnç oranlarının belirlenmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza Haziran 2010 ve Haziran 2011 tarihleri arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde çeşitli materyallerden izole edilen 171 hastaya ait P.aeruginosa kültür sonuçları alındı. P.aeruginosa suşlarının direnç oranları klasik yöntemlerle veya BD Phoenix (BD Diagnostic Systems, Sparks, MD) otomatik sistem kullanılarak belirlendi. Bulgular: Çalışmamız 64 (%37.4) kız ve 107 (%62.6) erkek olgudan oluşuyordu. P. aeruginosa suşlarında direnç oranları; siprofloksosin %50 (104/210), sefepime %43 (66/154), seftazidime %40 (63/158), gentamisin %32 (51/157), imipenem %25 (40/159), meropenem %25 (40/159), piperasillin/tazobaktam %23 (36/157), amikasin %14 (22/161), kolimisin %5 (2/37) olarak bulundu. Sonuç: Kültür materyallerinden izole ettiğimiz P.aeruginosa suşlarında yüksek oranda antimikrobiyal direnç ve çoğul direnç bulundu. Bu sonuçlar direnç gelişimini engelleme amacıyla uygun, dar spektrumlu antibiyoterapi seçimi ve hijyen kurallarına uyumun önemini göstermektedirÖğe Çocukluk çağı pnömokok enfekiyonlarında antibiyotik direnci(2014) Güneş, Ali; Taş, M. Ali; Şen, Velat; Kelekçi, Selvi; Gürkan, M. Fuat; Hekimoğlu, Aşkın; Yolbaş, İlyas; Taş, TaşkınAmaç: Menenjit, pnömoni gibi ciddi hastalıklara neden olan pnömokoklarda antibiyotiklere karşı direnç son yıllarda giderek artmaktadır. Bu direnç oranları coğrafi bölgeler arasında farklılık göstermektedir. Bu çalışmada bölgemizdeki pnömokok enfeksiyonlarında antibiyotik direnç oranlarının belirlenmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Çalışmada Aralık 2004-Nisan 2007 tarihleri arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kliniğine ve Diyarbakır Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesine menenjit, sepsis ve üriner sistem enfeksiyonu nedeniyle başvuran ve alınan kan, beyin omurilik sıvısı ve idrar kültürü örneklerinden pnömokok üreyen hastalardan izole edilen 31 pnömokok suşu çalışmaya alındı. Klinik örneklerden üreyen alfa hemoliz yapan, optokine duyarlı, safrada çözünen, gram pozitif diplokok morfolojisindeki bakteriler S. pneumoniae olarak tanımlandı. Pnömokok üreyen kültürlerde suşların antimikrobiklere duyarlılıklarının araştırılmasında E-test yöntemi kullanıldı. Pnömokoklara karşı Penisilin MIC değeri < 0.06 μg/ml değeri duyarlı, 0.12-1μg/ ml orta düzey dirençli, ≥ 2 μg/ml değeri yüksek düzey dirençli kabul edildi. Bulgular: E test yöntemi ile penisiline direnç durumu ise orta düzey penisilin direnci % 16, yüksek düzey penisilin direnci ise %3,2 bulundu. Suşlardan %80,7’sı ise penisiline duyarlıydı. Seftriakson direnci ise %3,2 olarak bulundu. Vankomisine direnç tespit edilmedi. Tartışma: Menenjit ve sepsis gibi ciddi durumlar dışında penisilin tedavisinin hala pnömokok enfeksiyonlarındaki yerini koruduğu, fakat çok merkezli çalışmalarla bunun desteklenmesi gerektiğini düşünmekteyiz.Öğe Common pathogens isolated from burn wounds and their antibiotic resistance patterns(Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2013) Yolbaş, İlyas; Tekin, Recep; Kelekçi, Selvi; Selçuk, Cafer Tayyar; Okur, M. Hanefi; Tan, İlhan; Uluca, ÜnalObjective: Burn wound infections are the most severe cause of mortality in patients in the burn units. The aim of this study is to determine the bacteriological profile and their antibiotic resistance patterns in burn unit of Dicle University Hospital. Methods: Medical records of 151 burn patients admitted to the burn unit of Dicle University Hospital between June, 2008 and June 2010 were reviewed retrospectively. Results: Our study included 70.2% (n=106) male and 29.8% (n=45) female patients. The mean age of cases was 10.9±14.7 years. The rate of isolated microorganisms were 62.3% (n=94) Acinetobacter baumannii, 25.8% (n=39) Pseudomonas aeruginosa, 7.3% (n=11) Escherichia coli and 4.6% (n=7) Staphylococcus aureus. The most effective antibiotic against A. baumannii was colistin (95%) followed by levofloxacin (84%) and trimethoprimsulfamethoxazole (87%). The most effective antibiotics against P. aeruginosa were amikacin (82%), ciprofloxacin (71%) and levofloxacin (71%). The most effective antibiotics against E. coli were amikacin (91%), meropenem (73%) and imipenem (82%). Conclusion: The prevalence of burn wound infection caused by A. baumannii and multiple drug resistant A. baumannii are increasing worldwide by time. The prevalence of multiple drug resistant P. aeruginosa and E. coli are rising also. So, new strategies of infection prevention should improve as soon as possibleÖğe Cystic fibrosis of pancreas and nephrotic syndrome: A rare association(Korean Pediatric Society, 2013) Kelekçi, Selvi; Karabel, Müsemma; Ece, Aydın; Şen, Velat; Güneş, Ali; Yolbaş İlyas; Şahin, CahitCystic fibrosis (CF) is a genetic disease with autosomal recessive inheritance and is common in Caucasian people. The prevalence of this disease is between 1/2,000 and 1/3,500 live births, and the incidence varies between populations. Although the CF transmembrane conductance regulator gene is expressed in the kidneys, renal involvement is rare. With advances in the treatment of CF, life expectancy has increased, and some previously unobserved disease associations are now seen in patients with CF. It is important to follow patients with CF for possible abnormalities that may accompany CF. In this paper, we present two rare cases of CF accompanied by nephrotic syndrome.Öğe A different insight into blood coagulation in vitro(Modestum Publishing Ltd., 2010) Evliyaoğlu, Osman; Kelekçi, Selvi; Başaralı, M. Kemal; Işık, Birgül; Bozarslan, Beri Hocaoğlu; Karahan, HanımObjectives: The known model of blood coagulation involves a series of zymogen activation reaction sequences. At each stage, a zymogen is converted to an active protease by cleavage of one or more peptide bonds in the precursor molecule. The aim of this study was to investigate amino acid profiles during coagulation process in different conditions in vitro. Methods: Samples of serum and plasma (treated by EDTA or citrate) were obtained from healthy donors and from patients with Phenylketonuria (PKU). Amino acid profiles analyzed with reverse phase HPLC column. Results: There were no differences between two plasma amino acid levels which were obtained by EDTA and acid citrate (p>0.05). Serum aspartate (asp), glutamate (glu), serine (ser), histidine (his) and phenylalanine (phe) levels were significantly higher in serum than plasma (p<0.05). This significant difference was not observed in patients with PKU. Conclusion: As a result the enzymatic reactions of coagulation process generate some aminoacids and these reactions take place in an appropriate chemical microenvironment. This microenvironment can be used to clarify the stages of coagulation cascades with further studies. J Clin Exp Invest 2010; 1(3): 173-176.Öğe Diyabetik ketoasidoz ve talasemi majorlu bir yenidoğan: Nadir bir olgu(Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2012) Yolbaş, İlyas; Şen, Velat; Balık, Hasan; Kelekçi, Selvi; Haspolat, Yusuf Kenan; Uluca, Ünal; Tan, İlhan;Diyabetik ketoasidoz mutlak insülin yetersizliğine bağlı gelişen ve genellikle hiperglisemi, ketonemi, asidemi, glikozüri, ketoüri ile karakterize sistemik bir durumdur. Talasemi Major “beta globulin” zincirinin yapılamaması veya az yapılması nedeniyle eritrosit ömrünün kısa olmasından kaynaklanan, hayatın 3.-4. ayında anemi bulguları görülmeye başlayan ve zamanla sürekli kan nakli gerektiren çok ciddi kalıtsal bir kan hastalığıdır. Olgu sunumumuzda 24 yaşındaki talasemi taşıyıcısı bir baba ve 23 yaşındaki talasemi taşıyıcısı ve gestasyonel diyabetli bir anneden doğan, anemi, hiperglisemi, kusma ve asidoz tablosuyla servisimize yatırılan ketonüri olmadığı halde diyabetik ketoasidoz ve erken dönemde eritrosit transfüzyonu gerektiren talasemi majorlu 20 günlük nadir görülen bir olguyu sunduk. Yenidoğanlarda diyabetik ketoasidoz tablosunun ketonüri olmadan da görülebileceği ve talasemi major olgularında hiperglisemi ve asidozla birlikte erken dönemde aneminin de ortaya çıkabileceğine vurgu yapmak için olgu sunulduÖğe Diyarbakır yöresi Ailevi Akdeniz Ateşli çocuklarda MEFV gen mutasyon sıklıkları(Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2009) Evliyaoğlu, Osman; Bilici, Salim; Yolbaş, İlyas; Kelekçi, Selvi; Şen, VelatAilevi Akdeniz Ateşi otozomal resesif bir hastalık olup, periyodik karın ağrısı, ateş ve eklem ağrısı ile karakterizedir. Ailevi Akdeniz Ateşinden sorumlu tutulan MEFV geninde bir çok mutasyon belirlenmiştir. Bu çalışmamızda klinik olarak Ailevi Akdeniz Ateşi şüphesi taşıyan toplam 332 çocuktan DNA örnekleri alındı ve 12 MEFV mutasyonu [E148Q, P369S, F479L, M680I (G/C), M680I (G/A), I692del, M694V, M694I, K695R, V726A, A744S, R761H] ters hibridizasyon yöntemi ile yapıldı. Toplam 113 çocukta (ortalama yaş: 11.5 yıl) mutasyon tespit edildi. E148Q mutasyonu 60 çocukta (4 tanesi homozigot), M694V mutasyonu (4 tanesi homozigot) 19 çocukta, P369S mutasyonu (homozigot mutasyon yoktu) 16 hastada ve V726A mutasyonu (homozigot mutasyon yoktu) 13 çocukta tespit edildi. Ancak Ailevi Akdeniz Ateşi şüphesi ile mutasyon analizi istenen 332 çocuktan toplam olarak 104’ünde tanı kriterlerine göre hastalığın tanısı klinik olarak doğrulandı. Ailevi Akdeniz Ateşi tanısı alan hastalarda gen mutasyonları sıklık sırasına göre; E148Q (%30.8), M694V (%18.3), P369S (%10.6), V726A (%8.6), A744S (%2.9), R761H (%2.9), M694I (%1.9), K695R (%1.9) ve I692del (%1.0). Ailevi Akdeniz Ateşi tanısı konan hastaların 15’inde (%14.4) hiçbir mutasyon saptanmazken, 13’ünde (%12.5) iki farklı mutasyon aynı anda belirlenerek bileşik heterezigot olarak tanımlandı. Sonuç olarak hastalarımızda E148Q mutasyonuna, normalde en sık görülen M694V mutasyonundan daha sık rastlandı. Bu farklılık demografi k yapı veya metot ile ilişkili olabilir.Öğe Ergen polikliniğine başvuran olguların sosyodemografik özelliklerinin değerlendirilmesi(Dicle Üniversitesi, 2016) Haspolat, Y. Kenan; Karabe, Müsemma; Karabel, Duran; Kelekçi, Selvi; Tuncel, Tuba; Şen, Velat; Uluca, Ünal; Tan, İlhanAmaç: Araştırmamızda bölgemiz ergenlerini tanımlayarak gereksinimlerini belirlemek, problemleri saptayarak çözümlere odaklanmak ve bundan sonra planlanacak çalışmalara destek olmayı amaçladık. Yöntemler: Ergen polikliniğine son 6 ayda gelen hastalar geriye dönük incelendi. Demografik bilgiler, vücut kitle indeksi (VKİ), okul durumu, ders başarısı, alışkanlıkları, geçirilen travmalar ve psikososyal durumları ile ilgili veriler kaydedildi. Bulgular: 124’ü kız, 244 ergen çalışmaya alındı. Yaş ortalaması 12,99 ± 1,89 yıl (10-18 yıl) idi. Ergenlerin %48,3’ü düşük VKİ’ne sahipti. Sigara kullanımı %32,4 (n=79) olup erkeklerde daha fazlaydı. Sigara kullananlarda hem okul başarısı daha düşüktü (p=0,002), hem de intihar düşüncesi daha fazlaydı (p<0,001). Ailesinde intihar öyküsü olanların, intihar girişiminde bulunmuş olma veya intihar düşüncesine sahip olma oranı daha yüksekti (p=0,005, p=0,022, sırasıyla). Fiziksel şiddet görenlerde intihar girişiminde bulunmuş olma veya intihar düşüncesine sahip olma oranı daha fazlaydı (p=0,011, p=0,001, sırasıyla). Psikolojik şiddet görenlerde, intihar girişiminde bulunmuş olma veya intihar düşüncesine sahip olma oranı daha yüksekti (p<0,001, p<0,001, sırasıyla). Sonuç: Ergenlik döneminin en sağlıklı şekilde tamamlanması için başta ebeveynler ile onlara sağlık, eğitim ve bakım hizmeti sağlayanlar, döneme özgü sorunlar konusunda bilinçlendirilmeli, ergenlere özel hizmet veren merkezler oluşturulup, devlet ve özel kurumlarca desteklenmelidir.Öğe Gene polymorphisms of adducin GLY460TRP, ACE I/D, and AGT M235T in pediatric hypertension patients(International Scientific Literature Inc., 2014) Kaplan, İbrahim; Sancaktar, Enver; Ece, Aydın; Şen, Velat; Tekkeşin, Nilgün; Başaralı, Mustafa Kemal; Kelekçi, Selvi; Evliyaoğlu, OsmanBackground: Hypertension is a major global public health problem that affects both pediatric and adult populations. ACE I/D, AGT M235T, and ADD Gly460Trp polymorphisms are thought to be associated with primary hypertension. In the present study, we examined the frequency of these polymorphisms in a pediatric population with secondary hypertension. Material/Methods: Included in the study were 58 hypertensive and 58 normotensive pediatric patients. ACE I/D and AGT M235T polymorphisms are determined by conventional PCR; ADD Gly460Trp polymorphism was investigated using PCR amplification of genomic DNA. Results: There were significant differences between the control group and pediatric hypertensive group in terms of ACE I/D (P<0.05) and AGT M235T (P[removed]0.05) polymorphism. Conclusions: We suggest that RAS gene polymorphisms (ACE-I/D, AGT M235T) are significantly associated with susceptibility to diseases that lead to secondary hypertension.Öğe Henoch-schönlein vaskülitli çocuklarda oksidasyon ve antioksidan kapasite(2017) Kelekçi, Selvi; Ece, AydınHenoch-Schönlein Vaskülitli Çocuk Hastalarda Oksidasyon ve Antioksidan Kapasite Henoch-schönlein purpura (HSP) vasküliti çocukluk çağında en sık görülen vaskülittir. Oksidatif hasar çeşitli inflamatuar, toksik, reperfüzyon hasarını kapsar ve reaktif oksijen molekülleri tarafından başlatılır. Hastalığın aktif döneminde HSP'li çocukların oksidan/antioksidan dengesinde olabilecek değişiklikleri incelemek amacıyla çalışma planlandı. Dicle Üniversitesi Hastanesi, Çocuk Hastalıkları Kliniğine başvuran 29 HSP'li çocuk hasta ve 30 sağlıklı çocuk çalışmaya dahil edildi. Tam kan, biyokimya, IgA, C3, C4, anti- streptolizin-O (ASO), C-reaktif protein (CRP), sedimantasyon hızı ve kan basıncı değerleri ölçüldü. Oksidatif stres/antioksidan belirteçlerinden serum katalaz, total antioksidan aktivite (TAOA), malondialdehid (MDA) ve HSP'de ilk kez paraoksonaz düzeyi ölçüldü. Çalışmaya alınan hasta ve kontrol grubu arasında biyokimyasal parametrelerde ve en önemli antioksidanlardan olan serum albümini bakımından anlamlı farklılık saptanmadı (P>0.05). Hasta grubunda %51 hastada IgA yüksekliği, %6.8 hastada C3 yüksekliği vardı. Hastaların %31'inde belirgin lökositoz (beyaz küre sayısı>15.000/mm3) ve %48'inde trombositoz (trombosit sayısı>400.000mm3) saptandı. Ayrıca, hastaların %24'ünde yüksek ASO titresi, %17'sinde CRP pozitifliği ve %79'unda sedimantasyon yüksekliği mevcuttu. Akut faz reaktanlarının yükselmesi hastalığın aktif fazında ölçülmeleriyle ilişkilendirildi. Hastaların %58'inde gastro-intestinal sistem, %48'inde eklem, %45'inde renal tutulum vardı. Hastalardaki bu değişik organ tutulumları ile oksidan ve antioksidan parametrelerin düzeyleri arasında direkt bir ilişki saptanmadı. HSP'li çocuklar, kontrollere nazaran anlamlı daha düşük katalaz (sırasıyla, 49.7±27.5 ve 68.3±21.4 IU/L, P=0.004), TAOA (sırasıyla, 0.52±0.12 ve 0.69±0.13 mmol Trolox Equival/L, P<0.001) ve Paraoksonaz (sırasıyla, 97.5±48.4 ve 135.9±95.2 U/L, P=0.047) düzeylerine sahipti. Ancak HSP'li çocuklar, kontrollerden anlamlı yüksek ortalama serum MDA düzeyine (sırasıyla, 15.4±7.34 ve 7.80±3.88 nmol/L, P<0.001) sahipti. Sonuç olarak HSP'li çocukların aktif döneminde TAOA, katalaz ve paraoksonaz düzeyleri düşmekte, lipit peroksidasyon ürünü olan MDA düzeyi artmaktadır. HSP'nin aktif döneminde lipit peroksidasyonunu kompanse edebilecek antioksidan enzimlerin düzeylerinde artış olmadığı gibi azalma olduğu görüldü. Gelecekte, mevcut tedavilere ek olarak, antioksidanların HSP tedavisindeki rolü araştırılabilir. Anahtar Kelimeler: Henoch-Schönlein purpura, katalaz, malondialdehid, antioksidan kapasite, paraoksonazÖğe Hışıltılı infantlarda risk faktörlerinin değerlendirilmesi(Modestum Publishing Ltd., 2013) Karabel, Müsemma; Kelekçi, Selvi; Tuncel, Tuba; Şen, Velat; Karabel, Duran; Uluca, Ünal; Tan, İlhan; Gürkan, M. FuatAmaç: Bu çalışmada, en az bir hışıltı atağı geçirmiş olan çocukların demografik özellikleri ve çevresel risk faktörlerinin araştırılması amaçlandı. Yöntemler: Yaşları 6-24 ay arasında olan 118 hastadan oluşan çalışma grubu, ilk defa hışıltı geçirenler ve tekrarlayan hışıltı geçirenler olmak üzere iki alt grupta incelendi. Kontrol grubu olarak, benzer yaş ve cinsiyetteki sağlıklı çocuklar alındı. Gruplarda anne-babaya verilen anket formu üzerine, olguların sosyo-demografik özellikleri ile ailesel ve kişisel atopik hastalık öyküsü, anne-baba eğitim durumu, pasif sigara içiciliği, soba kullanımı, ev kalabalıklığı indeksi, aşılanma durumu ve eşlik eden kalp hastalığı durumları kaydedildi. Bulgular: İlk hışıltı alt grubuna 52 hasta, tekrarlayan hışıltı alt grubuna 66 hasta alındı. Kontrol grubundaki 60 hasta ile çalışma grubu arasında yaş, cinsiyet, doğum tartısı ve anne sütü alma süresi açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu (p>0,05). Çalışma grubunda sigara içen anne ve annenin düşük eğitim düzeyi sıklığı kontrol grubuna kıyasla anlamlı yüksekti (p<0,05). Ailede atopik hastalık varlığı, çalışma grubunda % 27,5, kontrol grubunda % 6,3 olarak, istatistiksel anlamlı farklılık gösterdi. Eşlik eden konjenital kalp hastalığı ve atopik dermatit varlığı, çalışma grubunda kontrol grubuna kıyasla fazlaydı ve tekrarlayan hışıltı grubunda anlamlı yüksek bulundu. Aşısı olmayan çocuk oranı çalışma grubunda (% 31), kontrol grubundan (% 6,7) anlamlı yüksek bulundu.. Sonuç: Hışıltı nedeniyle hastaneye yatan hastalarda annenin eğitim düzeyi, annenin sigara içmesi, aşıdan kaçınma ve evde soba kullanımı önlenebilir çevresel risk faktörleridir. Risk faktörleri sorgulayarak gerekli önerilerde bulunmak, hem tekrarlayan yatışların önüne geçmek, hem de kalıcı bronş hasarından koruma açısından önemlidir.Öğe Kan grubu uyuşmazlığı bulunmayan yenidoğanlarda kan değişimi sonuçları(Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2013) Yel, Servet; Kelekçi, Selvi; Konca, Çapan; Yolbaş, İlyas; Şen, Velat; Katar, SelahattinAmaç: Hiperbilirubinemi yenidoğan döneminde sık karşılaşılan, morbidite ve mortalitesi yüksek bir problemdir. Kan değişimi; kernikterus diye adlandırılan nörotoksisiteye yol açan yüksek bilirubin seviyeleri için en etkili ve acil tedavi yöntemidir. Bu çalışmada 90 dakika ve 120 dakika kan değişimin etkinliği ve komplikasyonlarının karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntemler: Bu çalışmaya, Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Yenidoğan Kliniği’nde, Temmuz 2007-Haziran 2008 tarihleri arasında 36-42 gebelik haftasındaki, total serum bilirubin seviyeleri 25 mg/dl üzerinde olan ve kan grubu uyuşmazlığı bulunmayan 36 yenidoğan alındı. Onsekiz hastadan iki gruba rastgele olarak ayrılan hastalardan, 1. gruba 90 dakikada, 2. gruba ise 120 dakikada kan değişimi yapıldı. Tranfüzyonun etkinliği ve komplikasyonları kaydedildi. Rh, ABO ve subgrup uyuşmazlığı olan bebekler, gestasyonel yaşı küçük olanlar, sepsis, hipotiroidi, G6PD enzim eksikliği, intrauterin enfeksiyon, diabetik anne çocuğu, hemolitik yada metabolik hastalığı olanlar çalışmaya dahil edilmedi. Bulgular: Vücut ağırlığı, gestasyon yaşı, doğum sonrası yaşı, anne yaşı, total bilirubin ve albumin düzeyleri, kan değişim sayısı, hastanede kalma süresi ve komplikasyonlar açısından karşılaştırılan iki grup arasında belirgin bir fark saptanmadı. Ancak 120 dakika kan değişimi yapılan grupta fototerapi süresi belirgin şekilde daha kısaydı (p<0.001). Sonuç: Sonuçlarımız ağır hiperbilirubinemik yeni doğan bebeklerde, etkili kan değişimi için 90 dakikanın yeterli olduğunu gösterdi. Ancak uzun kan değişimi süresi fototerapinin süresini kısaltabilir