Tıp Fakültesi Tezler

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 2252
  • Öğe
    Akciğer kanseri olgularında mediastinal lenf nodu tutulumunun PET/BT ve invaziv girişim sonuçlarının karşılaştırılması
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Çelik, Metin; Oruç, Menduh
    Amaç: Akciğer kanseri tanısı almış olgularda uygun tedavi yöntemini belirlemek ve hastalık sürecini tahmin etmek için TNM evrelemesinden yararlanılır. Mediastinal evreleme özellikle bu açıdan son derece kıymetlidir. Bu çalışma akciğer kanserli hastalarda mediastinal lenf nodlarının PET / BT tutulumunun invaziv yöntemlerin sonuçlarıyla karşılaştırılması amacıyla yapıldı. Gereç ve Yöntem: 1 Ocak 2015 – 30 Mart 2022 zaman aralığında kliniğimizde akciğer kanseri tanısı almış 100 olgu araştırma grubunu oluşturdu. Mediastenin değerlendirilmesinde invaziv tanı / tedavi yöntemi yapılmış olguların histopatolojik verilerine dayanarak PET / BT'nin mediastinal evrelemedeki tutarlılıkları yüzde tutarlılık yöntemiyle saptanacaktır. Bulgular: Hastaların 87(%87)'si erkek, 13(%13)'ü kadın idi. Ortalama yaş 61,6 (34-78) idi. Çalışmamızda PET / BT'nin mediastinal evrelemesi için duyarlılık %85, özgüllük %75, yanlış pozitif değer %25, yanlış negatif değer %15, pozitif öngörü değer %70, negatif öngörü değer %88, olabilirlik oranı 3,36 ve doğruluk oranı %79 olarak tespit edildi. Sonuç: PET / BT, mediastinal lenf nodlarında FDG tutulumu düşük olan hastalarda invaziv evreleme ihtiyacının daha az olduğu ancak yanlış negatif sonuçları düşürmek ve olguları yersiz cerrahiden korumak amacıyla yüksek riskli olgularda PET / BT negatif olsa bile lenf nodunun lokalizasyonuna göre invaziv evrelemenin gerektiği düşüncesindeyiz.
  • Öğe
    Malign plevral efüzyonlu hastalarda prognoza etki eden faktörlerin değerlendirilmesi
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Konuş, İlyas; Onat, Serdar
    Giriş ve amaç: Malign plevral efüzyon, ileri evre kanser hastalarında primer kanserin plevral metastazına bağlı plevral aralıkta sıvı toplanması ve buna bağlı solunumsal semptomlar ile seyreden, prognozu kötü, sağkalımı kısa bir hastalıktır. Tüm plevral efüzyonların %22'sini oluşturur. Tüm kanser hastaların yaklaşık %15'inde görülür. Küratif ve palyatif tedavilere rağmen sağkalım süresi 4-6 aydır. Prognozun bu denli kötü olmasının yanında yapılan çalışmalarda prognoz belirleyici etkin bir belirteç de yoktur. Prognozun bilinmesi hastalara uygulanacak tedavilerin belirlenmesine ve kısa sağkalımı beklenen hastalara agresif girişimlerden kaçınılmasına yardımcı olacaktır. Bu çalışma malign plevral efüzyon nedeniyle takip edilen hastaların sağkalımına etki eden faktörleri değerlendirmek amacıyla yapıldı. Gereç ve yöntem: Diyarbakır Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniğince 01.01.2012 ile 31.12.2022 tarihleri arasında plevral efüzyon nedeniyle değerlendirilen 1850 hastadan sitolojik veya patolojik olarak malign plevral efüzyon tanısı alan hastalar retrospektif tarandı. Tüm verilerine ulaşılan 150 hasta değerlendirmeye alındı. Retrospektif olarak dosyaları taranarak hastaların yaş, cinsiyet, primer tümörün histopatolojik tipi, tanı zamanı, tanı zamanından MPE gelişimine kadar geçen süre, tanı anında MPE varlığı, plevral efüzyon gelişen hemitoraks, plevral efüzyonun laboratuvar değerleri, sağkalım süresi ve mortalite verileri incelendi. Bulgular gruplandırılarak analiz edildi. Bulgular: Değerlendirmeye 150 hasta alındı. Hastaların 78 (%52)'i erkek, 72 (%48)'si ise kadındı. Hastaların ortalama yaşı 55,04 ((±14,79) yıl idi. En sık akciğer kanseri (%50), meme kanseri (%19.3) ve gastrointestinal sistem kanserleri (%13.3) izlendi. Hastaların %95'i çalışmanın yapıldığı tarihte hayatta değildi. Ortalama sağkalım süresi 274,16(±32,91) gün idi. Meme kanseri olan hastalarda ortalama sağkalım 451,3 gün olup anlamlı farklılık vardı (p=0.01). Tanı anında MPE olan hastalarla ile tanı anında MPE olmayıp sonradan MPE gelişen hastaların sağkalımında anlamlı farklılık yoktu (p=0.6). Plevral sıvının LDH ve glukoz düzeylerinin sağkalıma etkisinin olmadığı görüldü (p=0.09 ve p=0.6). Efüzyon geliştikten sonra kemoterapi tedavisi alan hastaların sağkalımının daha uzun olduğu görüldü (p=0.00). Sonuç: Malign plevral efüzyon, prognozu kötü, sağkalımı kısa bir hastalıktır. Tümörün histopatolojik tipi prognozu etkilerken; cinsiyet, plevral sıvının LDH ve glukoz içeriği, tanı anında plevral efüzyonun olup olmaması gibi faktörlerin prognozu etkilemediği gösterilmiştir.
  • Öğe
    Diyabet tanılı oad kullanan sepsis nedeniyle yoğun bakıma yatan hastaların mortalite ve morbidite ilişkisi
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Eliaçık, Necla Güngörler; Pekkolay, Zafer
    Amaç: Tip 2 diyabetli hastalarda oral antidiyabetiklerle önceden uygulanan tedavinin sepsise bağlı morbidite ve mortalite üzerine etkisini araştırmak. Yöntem: Bu çalışmada 1 Temmuz 2017 ile 31 Aralık 2022 tarihleri arasında 3. basamak yoğun bakım ünitesinde sepsis nedeniyle tedavi gören 18-90 yaş arası Tip 2 diyabetli hastalar retrospektif olarak değerlendirilecektir. Hastaların daha önce kullandıkları oral antidiyabetik ilaçlara göre mortalite ve morbidite analiz edilecektir. Bulgular: Çalışmaya 51'i erkek (%43,7) ve 75'i kadın (%56,3) olmak üzere 126 hasta dahil edildi. Hastaların glukoz değerleri ortancası 252,5 (73,0-542,0) mg/dL, HbA1c değerleri ortancası %8,4 (6,1-13,1) olarak belirlendi. Mekanik ventilatöre bağımlı hasta sayısı %75,4 olurken, en sık kullanılan antibiyotik kombinasyonu vankomisin (%73) ve meropenem (%61,9) oldu. Hastaların en sık kullandıkları oral antidiyabetikler sırasıyla; Metformin + DPP4-i 28(%22,2), Metformin + SGLT2 İnhibitörü 23(%18,3), Metformin + DPP4-i + SGLT2 İnhibitörü 25(%19,8), Metformin 18(%14,3), Metformin + sülfonilüre 10 (%7,9) , Metformin+ DPP4-i + sülfonilüre 9(7,1%). Hastaların ortanca prokalsitonin değerleri metforminde 3,4 ?g/L, metformin + DPP4-i'de 1,7 ?g/L, metformin + SGLT2 inhibitörlerinde 1,2 ?g/L, metformin + DPP4-i + SGTL2 inhibitörlerinde 2,2 ?g/L idi. . Metformin + sülfonilüre 4,5 µg/L, linagliptin 1,6 µg/L, metformin + linagliptin 1,6 µg/L ve metformin + DPP4-i + sülfonilüre 1,9 µg/L (p<0,05). Uygulanan Posthoc test sonuçlarına göre; Metformin + SGLT2 inhibitörü alan hastalarda prokalsitonin düzeyleri en düşüktü. Hastaların ortanca laktat değerleri metforminde 2,4 mmol/L, metformin + DPP4-i'de 2,2 mmol/L, metformin + SGLT2 inhibitöründe 1,8 mmol/L, metformin + DPP4-i + SGTL2 inhibitöründe 2,4 mmol/L, metformin + sülfonilürede 3 mmol/L, linagliptinde 3,1 mmol/L, metformin + linagliptinde 4,6 mmol/L ve metformin + DPP4-i + sülfonilürede 2,7 mmol/L. (p<0.05). Uygulanan Posthoc test sonuçlarına göre; Metformin + SGLT2 inhibitörü alan hastalarda laktat değerlerinin en düşük olduğu görüldü. Metformin+SGLT2 alan hastaların GCS skoru (ortalama:8) daha yüksekti; ventilatör gereksinimi daha düşük (%39,2) ve istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). Sonuç: Oral antidiyabetik ilaç alan diyabet hastalarında Metformin+SGLT-2 inhibitörlerinin kullanılması, laktat düzeyinin ve prokalsitonin düzeyinin düşmesine, GCS düzeyinin yükselmesine ve ventilatör gereksiniminin azalmasına neden olur. Yoğun bakıma alınmadan önce metformin+SGLT-2 inhibitörlerinin kullanılmasıyla sepsis morbidite ve mortalitesi azaltılabilir.
  • Öğe
    Pulmoner hipertansiyonlu çocuklarda anksiyete ve depresyon sıklığının değerlendirilmesi
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Sevim, Besra; Akın, Alper
    Amaç: Pulmoner Hipertansiyon, hayatı ciddi derecede kısıtlayan, mortalite oranı yüksek bir hastalıktır. Hastalığın başlangıç aşamasında çoğu hastada var olan halsizlik, nefes darlığı ve efor kapasitesindeki düşüş hastalığın şiddeti arttıkça daha belirgin hale gelir. Bu durum hem hastaların hem de hasta yakınlarının duygusal, psikolojik, sosyal, mali ve ruhsal halleri üzerinde oldukça etkilidir. Literatürde yapılan birçok çalışma PH hastalarında anksiyete ve depresyon sıklığının arttığını göstermektedir. Bu çalışmada pulmoner hipertansiyonlu çocuklarda anksiyete ve depresyon düzeyleri ile duygusal ve davranışsal sorunların (saldırganlık, sosyal sorunlar vb.) araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışma 01.07.2022 ve 01.12.2023 yılları arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine başvuran 6-18 yaş arası hastalarla gerçekleştirildi. Pulmoner hipertansiyon nedeniyle polikliniğimizde takipli olan yaşları 6 ile18 arasında değişen ve Down sendromlu olmayan 50 hasta çalışmaya alındı. Ayrıca Dicle üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi çocuk genel polikliniğine başvuran kronik bir rahatsızlığı olmayan 6-18 yaşlarında 50 kontrol grubu seçildi. Hem hastalara hem de kontrol grubuna 6-18 yaş çocuk ve gençler için davranış değerlendirme ölçeği uygulandı. Anket sonuçları çocuk psikiyatri uzmanıyla birlikte değerlendirildi. Bulgular: Hasta grubunun yaş ortalaması 168,44±48,70 ay olup 26'sı (%52) erkek, 24'ü (%48) kızdı. Kontrol grubunun yaş ortalaması 152,86±50,32 ay, 32'si (%64) kız, 18'i (%36) erkekti. Kontrol grubu ile hasta grubu arasında cinsiyet, yaş ile vücut kitle indeksi açısından fark görülmedi (p>0.05). Hasta grubunun % 90'nında altta yatan konjenital bir kalp hastalığı mevcuttu. En sık görüleniyse VSD (ventriküler septal defekt) idi. Hasta grubunda anksiyete/ depresyon, kurallara karşı gelme, saldırgan davranışlar, sosyal sorunlar, düşünce sorunları, dikkat sorunları, somatik yakınmalar, içe yönelim, dışa yönelim, obsesif kompulsif bozukluk, travma sonrası stres bozukluğu, duygu durum bozukluğu, anksiyete bozukluğu, somatizasyon bozukluğu, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, karşıt olma karşıt gelme bozukluğu, davranım bozukluğu istatiksel açıdan anlamlı düzeyde daha fazla görüldü. Hasta grubunda ALT değeri ile dikkat sorunları arasında pozitif korelasyon tespit edildi (r=0,315, p=0,026). Hasta grubunda MCV değeriyle saldırgan iii davranışlar arasında negatif korelasyon görüldü (r=-0,303, p=0,033). Hasta grubunda trombosit değeriyle anksiyete/depresyon (r=-0,401, p=0,004), sosyal içe dönüklük/depresyon (r=-0,372, p=0,008), dikkat sorunları (r=-0,297, p=0,036), somatik yakınmalar (r:0,361, p:0,010) ve içe yönelim (r=-0,475, p<0,001) arasında negatif korelasyon saptandı. Hasta grubunda BUN değeriyle içe yönelim arasında pozitif korelasyon görüldü (r=0,297, p=0,036). Hasta grubunda potasyum değeri ile sosyal içe dönüklük/depresyon (r=-0,311, p=0,028) ve içe yönelim (r=-0,351, p=0,013) arasında negatif korelasyon görüldü. Yine hasta grubunda kalsiyum ile sosyal içe dönüklük/depresyon (r=-0,384, p=0,006) arasında negatif korelasyon tespit edildi. Hasta grubunda oksijen satürasyonu, BNP ile ekokardiyografi ve anjiyografi verilerinden elde dilen PVR, PVR/SVR, oPAB değerleri arasında herhangi bir ilişki saptanmadı. Sonuç: Pulmoner hipertansiyonlu çocuklarla yaptığımız çalışmada hasta grubunda kontrol grubuna göre anksiyete/depresyon, kurallara karşı gelme, saldırgan davranışlar, sosyal sorunlar, düşünce sorunları, dikkat sorunları, somatik yakınmalar, içe yönelim, dışa yönelim, obsesif kompulsif bozukluk, travma sonrası stres bozukluğu, duygu durum bozukluğu, anksiyete bozukluğu, somatizasyon bozukluğu, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, karşıt olma karşıt gelme bozukluğu, davranım bozukluğu istatiksel açıdan anlamlı düzeyde daha fazla görüldü. Hasta grubunda trombosit değeriyle anksiyete/depresyon, sosyal içe dönüklük/depresyon, dikkat sorunları, somatik yakınmalar ve içe yönelim arasında negatif korelasyon saptandı. Hasta grubunda oksijen satürasyonu, BNP ile ekokardiyografi ve anjiyografi verilerinden elde dilen PVR, PVR/SVR, oPAB değerleri davranış değerlendirme ölçeğiyle karşılaştırıldı. Ancak herhangi bir ilişki tespit edilemedi. Pediyatrik yaş grubunda bu tür çalışmalar yetersiz olduğu için bulgularımızı destekleyecek daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: Pulmoner hipertansiyon, Anksiyete, Depresyon, ÇocukAmaç: Pulmoner Hipertansiyon, hayatı ciddi derecede kısıtlayan, mortalite oranı yüksek bir hastalıktır. Hastalığın başlangıç aşamasında çoğu hastada var olan halsizlik, nefes darlığı ve efor kapasitesindeki düşüş hastalığın şiddeti arttıkça daha belirgin hale gelir. Bu durum hem hastaların hem de hasta yakınlarının duygusal, psikolojik, sosyal, mali ve ruhsal halleri üzerinde oldukça etkilidir. Literatürde yapılan birçok çalışma PH hastalarında anksiyete ve depresyon sıklığının arttığını göstermektedir. Bu çalışmada pulmoner hipertansiyonlu çocuklarda anksiyete ve depresyon düzeyleri ile duygusal ve davranışsal sorunların (saldırganlık, sosyal sorunlar vb.) araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışma 01.07.2022 ve 01.12.2023 yılları arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Kardiyoloji Polikliniğine başvuran 6-18 yaş arası hastalarla gerçekleştirildi. Pulmoner hipertansiyon nedeniyle polikliniğimizde takipli olan yaşları 6 ile18 arasında değişen ve Down sendromlu olmayan 50 hasta çalışmaya alındı. Ayrıca Dicle üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi çocuk genel polikliniğine başvuran kronik bir rahatsızlığı olmayan 6-18 yaşlarında 50 kontrol grubu seçildi. Hem hastalara hem de kontrol grubuna 6-18 yaş çocuk ve gençler için davranış değerlendirme ölçeği uygulandı. Anket sonuçları çocuk psikiyatri uzmanıyla birlikte değerlendirildi. Bulgular: Hasta grubunun yaş ortalaması 168,44±48,70 ay olup 26'sı (%52) erkek, 24'ü (%48) kızdı. Kontrol grubunun yaş ortalaması 152,86±50,32 ay, 32'si (%64) kız, 18'i (%36) erkekti. Kontrol grubu ile hasta grubu arasında cinsiyet, yaş ile vücut kitle indeksi açısından fark görülmedi (p>0.05). Hasta grubunun % 90'nında altta yatan konjenital bir kalp hastalığı mevcuttu. En sık görüleniyse VSD (ventriküler septal defekt) idi. Hasta grubunda anksiyete/ depresyon, kurallara karşı gelme, saldırgan davranışlar, sosyal sorunlar, düşünce sorunları, dikkat sorunları, somatik yakınmalar, içe yönelim, dışa yönelim, obsesif kompulsif bozukluk, travma sonrası stres bozukluğu, duygu durum bozukluğu, anksiyete bozukluğu, somatizasyon bozukluğu, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, karşıt olma karşıt gelme bozukluğu, davranım bozukluğu istatiksel açıdan anlamlı düzeyde daha fazla görüldü. Hasta grubunda ALT değeri ile dikkat sorunları arasında pozitif korelasyon tespit edildi (r=0,315, p=0,026). Hasta grubunda MCV değeriyle saldırgan iii davranışlar arasında negatif korelasyon görüldü (r=-0,303, p=0,033). Hasta grubunda trombosit değeriyle anksiyete/depresyon (r=-0,401, p=0,004), sosyal içe dönüklük/depresyon (r=-0,372, p=0,008), dikkat sorunları (r=-0,297, p=0,036), somatik yakınmalar (r:0,361, p:0,010) ve içe yönelim (r=-0,475, p<0,001) arasında negatif korelasyon saptandı. Hasta grubunda BUN değeriyle içe yönelim arasında pozitif korelasyon görüldü (r=0,297, p=0,036). Hasta grubunda potasyum değeri ile sosyal içe dönüklük/depresyon (r=-0,311, p=0,028) ve içe yönelim (r=-0,351, p=0,013) arasında negatif korelasyon görüldü. Yine hasta grubunda kalsiyum ile sosyal içe dönüklük/depresyon (r=-0,384, p=0,006) arasında negatif korelasyon tespit edildi. Hasta grubunda oksijen satürasyonu, BNP ile ekokardiyografi ve anjiyografi verilerinden elde dilen PVR, PVR/SVR, oPAB değerleri arasında herhangi bir ilişki saptanmadı. Sonuç: Pulmoner hipertansiyonlu çocuklarla yaptığımız çalışmada hasta grubunda kontrol grubuna göre anksiyete/depresyon, kurallara karşı gelme, saldırgan davranışlar, sosyal sorunlar, düşünce sorunları, dikkat sorunları, somatik yakınmalar, içe yönelim, dışa yönelim, obsesif kompulsif bozukluk, travma sonrası stres bozukluğu, duygu durum bozukluğu, anksiyete bozukluğu, somatizasyon bozukluğu, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, karşıt olma karşıt gelme bozukluğu, davranım bozukluğu istatiksel açıdan anlamlı düzeyde daha fazla görüldü. Hasta grubunda trombosit değeriyle anksiyete/depresyon, sosyal içe dönüklük/depresyon, dikkat sorunları, somatik yakınmalar ve içe yönelim arasında negatif korelasyon saptandı. Hasta grubunda oksijen satürasyonu, BNP ile ekokardiyografi ve anjiyografi verilerinden elde dilen PVR, PVR/SVR, oPAB değerleri davranış değerlendirme ölçeğiyle karşılaştırıldı. Ancak herhangi bir ilişki tespit edilemedi. Pediyatrik yaş grubunda bu tür çalışmalar yetersiz olduğu için bulgularımızı destekleyecek daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Çocuk yoğun bakımda izlenen sepsis tanılı hastalarda Vitamin B12 düzeyi ile akut faz reaktanları arasındaki ilişkisinin değerlendirilmesi
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Kaya, İrfan Kemal; Pirinççioğlu, Ayfer Gözü
    Giriş ve Amaç: Sepsis kliniği, çocuk yoğun bakım ünitelerinde en sık karşılaşılan yatış endikasyonlarından biri olan, tedavi maliyeti fazla ve mortalitesi en yüksek hastalık olarak görülmektedir. Sepsis hastalarında erken tanı, tedavi başlangıcı için büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle yeni bulgu ve belirteçlerin bulunması çok önemlidir. Vitamin B12 ise protein, karbonhidrat ve yağ metabolizması üzerinde önemli etkileri olan, DNA sentezinde görevli enzimatik aktivitelerde kofaktör rolü bulunan, hücre çoğalması ve maturasyonu için gerekli bir vitamindir. Bu çalışma ile Dicle Üniversitesi çocuk yoğun bakım ünitesinde sepsis veya kuvvetle muhtemel sepsis tanılarıyla takip edilen çocuk hastaların klinik özelliklerini belirlemek ve CRP, PCT düzeyleri ile Vitamin B12 düzeyi arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya Ocak 2018-Eylül 2023 tarihleri arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi (DÜTF) Çocuk Yoğun Bakım Ünitesinde sepsis veya kuvvetle sepsis tanısı ile takip edilmiş 34 (20 erkek ve 14 kız) hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Ölen ve yaşayan hastaların demografik, klinik, fizik muayene ve laboratuvar bulguları karşılaştırılmıştır. Bulgular: Hastaların demografik özellikleri incelendiğinde hastaların yarısı bir yaş altı grupta yer almaktaydı. Hastalarda yaşam ve ölüm oranı açısından eşlik eden ek hastalık bulunması gruplar arasında istatistik olarak anlamlı bulundu (p<0,001). Hastaların %64,7 sinde yapılan kültürlerde etken izolasyonu yapıldı. Çalışmamızda ise PCT düzeyleri 31 hastada (% 91,1), CRP düzeylerinin ise 33 hastada (% 97) yüksek, ölen hastaların Vitamin B12 düzeylerinin ortalaması yaşayanlardan daha yüksek bulundu. Ancak istatistik olarak anlamlı fark yoktu(sırasıyla p=0,71, p=0,22, p=1,00). Sonuç: Sepsis tanısının erken konması çok önemli olduğundan bazı spesifik biyobelirteçler geliştirilmiş ve yoğun bakım ünitelerinde sıklıkla kullanılmaktadır. Bu çalışma sepsis tanısında Vitamin B12 'nin önemli biyobelirteç olduğunu gösterse de diğer biyobelirteçler gibi yaygın kullanılabilmesi için çok merkezli ve daha fazla hasta üzerinde yapılacak ileriye yönelik yeni çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır.
  • Öğe
    Evre 2 kolon kanserinde nüks ile ilişkili faktörlerin değerlendirilmesi
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Kayar, Aslan; Urakçı, Zuhat
    Amaç: Bu çalışmada, evre 2 kolon kanserli hastalarda, nüks ile ilişkili olabilecek faktörleri incelemeyi amaçladık. Materyal ve Metodlar: Çalışmaya, Ocak 2010-Nisan 2023 tarihleri arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesine başvuran ve evre 2 kolon kanseri tanısı alan toplam 129 hasta dahil edilmiştir. Hastaların dosyaları retrospektif olarak incelenmiştir. Çalışmamızda, evre 2 kolon kanserli hastaların tanı anında yaş, sigara kullanımı, alkol kullanımı, tümör çapı, tümör grade, tanı anında acil operasyon gerekliliği, operasyon öncesi obstrüksiyon ve perforasyon durumu, tanı anında ileus varlığı, tümör yerleşim yeri, tümör alt tipi, operasyon öncesi tümör belirteçleri CEA ve CA19-9 seviyeleri, tümörün histolojik alt tipi, kemoterapi alıp almadığı, kemoterapi almışsa aldığı kemoterapi rejimi, aldığı KT rejiminde oksaliplatin ve FAP eşlik edip etmemesi gibi faktörlerin nüks üzerine olan etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır. Bulgular: Çalışmamızda hastaların hastalıksız sağkalım üzerinde etki eden faktörler tek değişkenli ve çok değişkenli Cox Regresyon analizi ile incelendiğinde tek değişkenli Cox Regresyon analizi sonucuna göre; operasyon öncesi Ca19.9 değerinin (HR=0,993; %95 GA: 0,948 – 1,041 ve p=0,040), tanıda hemoglobin değerinin (HR=1,448; %95 GA: 1,066 – 1,967 ve p=0,018) ve tanıda albümin değerinin (HR=4,601; %95 GA: 1,620 – 13,065 ve p=0,004) hastalıksız sağkalım üzerinde istatistiksel olarak anlamlı etkisi olduğu saptanmıştır. Çok değişkenli Cox Regresyon modalinde operasyon öncesi Ca19.9 değeri (HR=1,020; %95 GA: 1,003 – 1,036 ve p=0,019) ve tanıda albümin değeri (HR=3,865; %95 GA: 1,154 – 12,942 ve p=0,028) nüksün bağımsız prediktörleri olarak belirlenmiştir. Hastaların genel sağkalım üzerinde etkili potansiyel prognostik faktörler tek ve çok değişkenli Cox Regresyon analizi ile incelendiğinde OS üzerinde prognostik faktör saptanmamıştır. Sonuç: Çalışmamızda tanıda T3N0M0 ve T4N0M0 evresindeki hastalarda genel sağkalım süreleri arasında anlamlı fark bulunmamıştır. Adjuvan kemoterapi alan hastaların genel sağkalım süreleri kemoterapi almayan hastalara göre genel sağkalım süreleri arasında anlamlı fark bulunmadı. Çalışmamızda operasyon öncesi Ca19.9 değeri, tanıda hemoglobin ve albümin değeri nüksün bağımsız prediktörleri olarak belirlenmiştir.
  • Öğe
    Operasyon planlamasında potansiyel cerrahi öneme sahip korpus kallozum ve falks serebri arasındaki mesafenin ölçümü
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Tay, Muhyettin; Uyar, Aşur
    Amaç: Çalışmamızın amacı, normal beyin manyetik rezonans (MRG) görüntüleme çalışmalarında KK'nin 3 farklı kısmı ile FS'nin serbest kenarı arasında ölçümler yapmak ve cinsiyet, yaşa dayalı istatistiksel bir analiz geliştirmek ve potansiyel cerrahi önemini vurgulamaktır. Materyal ve Metot: Çalışmamıza Ocak 2022-Aralık 2022 tarihleri arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Radyoloji Anabilim Dalı'na başvuran kontrastlı kranial MRG çekilen 18 yaş üstü 214 (113 kadın, 101 erkek) hasta dahil edildi. Çalışmamıza KK ve FS arasındaki net ayrıma izin vermeyen veya bu mesafeyi etkileyen enfeksiyon, kanama, kitle, ödem vb. durumlar dahil edilmemiştir. Sagital planlardan yararlanılarak KK ve FS arasındaki mesafe ölçüldü. FS'ye olan bu mesafeyi ölçmek için KK üzerindeki 3 sabit anatomik nokta kullanıldı. 214 normal nörogörüntüleme çalışmasında korpus kallozumun 3 anatomik noktası falks serebriye olan mesafeyi ölçmek için kullanıldı. Verilerimizin istatistiksel değerlendirmesinde IBM SPSS 21.0 for windows istatistik paket programı kullanıldı. Bulgular: Çalışmaya yaş ortalaması 40,28±11,85 olan 113 kadın ve yaş ortalaması 41,84±14,90 olan 101 erkek hasta dahil edilmiştir. Hastaların %52,80 'i kadın , %47,20'i erkektir. MRG çalışmasında sagital planda ölçülen, KK ve FS arasındaki mesafenin sonuçları şöyleydi: Kadınlarda, A mesafesi; ortalama 1,6779±0,5154 cm, B mesafesi; ortalama 1,9352±0,6143 cm, C mesafesi; ortalama 1,3942±0,4197 cm. Erkeklerde, A mesafesi; ortalama 1,9414±0,6368 cm, B mesafesi; ortalama 2,0557±0,7111 cm, C mesafesi; ortalama 1,3966±0,4197 cm. Mann-Whitney testlerinde elde edilen verilerin istatistiksel analizi sonucunda MRG çalışmalarında yapılan A, B,C mesafeleri ölçümlerinde erkek ve kadınlar arasında, B ve C mesafelerinde anlamlı farklılık görülmemiştir. A mesafesi ise erkeklerde kadınlara göre daha büyük ölçülmüş olup anlamlı farklılık göstermiştir(p=0,002). Sonuç: Çalışmamızda, normal beyin MRG görüntüleri KK ve FS serbest kenarı arası mesafenin, genu kesimine minimum 0,85 cm ve gövde kesimine ise minimum 0,45 cm olduğunu objektif verilerle gösterdik. Ayrıca FS serbest kenarının, KK genu kesimine olan mesafenin(A mesafesi ) erkeklerde kadınlara göre daha büyük olduğunu tespit ettik. KK ve FS arasındaki anatomik morfometrik çalışma, bölgeye güvenli cerrahi yaklaşım için bir rehber olmayı ve FS ve KK anatomisini tam olarak tanımlayarak yeni stratejilerin geliştirilmesine yardımcı olacağını düşünmekteyiz.
  • Öğe
    Koklear implant ameliyatı olanlarda intraop nöral yanıt eşiği alınan ve alınmayan hastaların postop 6.ay ve 1.yıl ölçülen en rahat ses düzeyleri açısından karşılaştırılması
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Esen, Davut; Akdağ, Mehmet
    Amaç: Koklear implant cihazında, her elektrot doğrudan elektrik akımı geldiğinde işitsel siniri uyarır.Mutlaka bir işitme duyusunu tetikler. İşitsel bir duyumu tetiklemek için gerekli elektrik akımı her birey ve her stimülasyon kanalı için farklıdır. Bu nedenle, konuşma işlemcisi ayrı ayrı ayarlanmalıdır.Her kullanıcı için her stimülasyon kanalıyla birlikte ve bu işleme programlama veya haritalama denir. Koklear implant kullanıcılarının ameliyat sonrası cihaz ayarının yapılması, günümüzde zor bir sorun olmaya devam ediyor.Özellikle doğuştan sağır çocuklar için. İntraoperatif Nöral yanıt seviyeleri ilk aşamada bir rehber olarak kullanılabilir. Bu İntraoperatif Nöral yanıt seviyeleri, erken psikofiziksel testlerde kullanılacak stimülasyon seviyeleri ile ilişkilendirilebilir. Koklear implant postoperatif süreçte nesnel ölçülerin kullanılması, özellikle bebekler ve küçük çocuklar için haritalama sürecinin başlangıcına temel teşkil eden belirli değerler sağladıkları için en rahat ses seviyesi büyük ölçüde katkıda bulunmuştur.Hastanın koklear implattan ne kadar fayda görebileceği de bu yöntemle tespit edilebilir. Gereç ve Yöntem: Ocak 2014-Ocak 2022 yılları arasında Dicle Üniversitesi Kulak Burun Boğaz kliniğinde 0-6 yaş arası koklear implant ameliyatı olan hastalar retrospektif olarak incelendi. Koklear implant ameliyatı sırasında Nöral yanıt eşiği hiç alamadığımız 50 hasta (Çalışma grubu);ameliyat sırasında Nöral yanıt eşiklerini tamamen aldığımız 50 hasta kontrol grubu olarak belirlendi. Nöral yanıt eşiği alınan ve alınmayan hastaların postop 6.ay ve 1.yılda ölçülen en rahat ses seviyeleri karşılaştırılmıştır. Bulgular: NRT(+) ve NRT(-) gruplarda 6. ve 12. Aylarda ölçülen mcl değerlerine cinsiyetin etkisi değerlendirildiğinde;sadece NRT(+) grupta 12.Aydaki mcl değerinin erkeklerde kadınlardan istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek olduğu bulundu. (p=0.010) NRT(+) ve NRT(-) gruplarda 6. ve 12.aylardaki mcl değerlerinin ameliyat metoduna gore değişimi değerlendirildiğinde;sadece NRT(+) grupta kokleostomi yapılan grupta (ort=247.50±31.82) yuvarlak pencere müdahalesi yapılan gruba(ort=181.94±35.94) gore mcl değerinin istatistiksel açıdan anlamlı şekilde daha yüksek olduğu izlendi.(p=0.042) NRT (-) grupta 6. Ve 12. ayda bakılan mcl değerleri karşılaştırıldığında 12.ayda bakılan mcl değerinin (ort= 213.70±74.63) 6. ayda bakılan (ort=201.96±67.60) mcl değerinden istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek olduğu bulundu.(p<0.001) NRT (+) grupta 6. Ve 12. Ayda bakılan mcl değerleri karşılaştırıldığında 12.ayda bakılan mcl değerinin (ort=199.12±41.71) 6. ayda bakılan (ort=184.56±37.79) mcl değerinden istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek olduğu bulundu. (p<0.001) Sonuç: Koklear implantasyon cerrahisi sonrası özellikle pediatrik yaş grubu hastalarda elektrofizyolojik parametrelerle takip çok önemlidir. Bu parametrelerde tespit edilen anomalilikler hastanın daha yakın takibe alınmasını sağlar.Koklear implant ameliyatı sırasında ölçülen impedans ve stapes refleks eşiklerinin NRT alınıp alınmamasından daha değerli olduğunu literatüre uygun olarak kendi çalışmamızda farketttik.
  • Öğe
    Plasenta previa akreata spektrumu sonrası fertilite durumu
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Çalışır, Uğur; Fındık, Fatih Mehmet
    Amaç: Plasenta previa akreata spektrumu sonrası fertilite durumunun değerlendirilmesidir. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya 01.01.2010 ve 31.12.2022 yılları arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kadın hastalıkları ve Doğum Kliniği'nde, geçirilmiş sezaryen öyküsü olan hastalar içerisinden transvajinal ultrasonografi ile plasenta previa tanısı konulup sezaryene alınan ve sezaryen sırasında plasenta akreata spektrumu saptanıp uterusa kanama durdurucu sütur uygulanan 159 hasta dahil edildi. Hasta verileri için hastalar telefonla arandı ve hastane veri tabanı retrospektif olarak tarandı. Çalışmamızda analizler SPSS 22 paket programında değerlendirilmiştir. Bulgular: Kliniğimizde 12 yıllık dönemde toplamda 13878 doğumun olduğu, bu doğumların 2591'inin (%19) normal doğum, 11287' sinin (%81) sezaryen ile doğum olduğu tespit edildi. 12 yıllık dönemdeki tüm doğumlar incelendiğinde, bu doğumların 725'inin (%5) tanı öncesi sezaryen geçmişi olan ve olmayan plasenta previa tanılı gebeden oluştuğu tespit edildi; bunların içerisinde de 202'sinin (%1) plasenta previa akreata spektrum tanılı hasta olduğu tespit edildi. 202 hastadan 41'inin telefon numarasına ulaşılamadı, 2 hasta çalışmaya katılmak istemedi; bu nedenle çalışmamız 159 hasta üzerinden yapıldı. Çalışmamıza dâhil edilen 159 hasta içerisinden 57 hastanın bir, 61 hastanın iki, 32 hastanın üç, 8 hastanın dört ve 1 hastanın da beş geçirilmiş sezaryen öyküsü mevcuttu. Çalışmamıza dahil edilen 159 hasta içerisinde gebe kalma oranı %27 iken, gebelik istemeyip korunan hastalar çıkarıldığında kalan 66 hasta içerisinde gebe kalma oranı %65,1 bulunmuştur. Gebelik oluşmayan hastalar incelendiğinde %80,2'si korunmuş olup %19,8'i korunmamasına rağmen gebe kalamamıştır. Gebe kalan hastaların 5'inde (%11,6) plasenta previa akreatanın tekrarladığı görülmüştür. Sonuç: Yaptığımız çalışmada uterus koruyucu cerrahi yapılan ve uterusa kanama durdurucu sütur uygulanan hastalarda sonrasında gebelik, plasenta previa akreata tekrarlama oranı, transfüzyon ihtiyacı ve adet düzeninde anlamlı fark bulunmamıştır. Bu nedenle sezaryen sırasında uterusa uygulanan kanama durdurucu süturlerın fertilite üzerine olumsuz etkilerinin olmadığını düşünmekteyiz.
  • Öğe
    2016-2023 yılları arasındaki çocukluk çağı brusellozunun retrospektif değerlendirilmesi
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Aslan, Mahsum; Yılmaz, Kamil; Akar, Asuman
    Amaç: Bruselloz, dünyanın en sık görülen zoonotik hastalıklarındandır. Sıklıkla iyi pişirilmeyen et, pastörize edilmemiş süt ve süt ürünleriyle bulaşmaktadır. Çoğunlukla ateş, kas/eklem ağrısı, halsizlik, gece terlemeleri görülür. Bu çalışma Brusellozun çocukluk çağındaki özelliklerini değerlendirmek amacıyla yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 1 Ocak 2016/31 Mart 2023 tarihlerinde Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi'ne başvuran 0-18 yaş arası, Brusella Capture titresi 1/160 ve üzeri olan Bruselloz tanısı almış 103 hasta dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri, başvuru şikayetleri, laboratuvar ve görüntüleme sonuçları retrospektif olarak hastane sisteminden ve hastaların dosyalarındaki bilgilerden elde edildi. Bulgular: Olguların ortalama yaşı 11,26±4,705 yıl olarak tespit edildi. En sık başvuru şikayetleri artralji(%88,3), ateş(%65) ve halsizlikti(%65). Olguların tam kan ve akut faz reaktanları değerlendirildiğinde; %68,6'sında CRP yüksekliği, %58,3'ünde Eritrosit Sedimantasyon Hızı (ESR) yüksekliği, %36,9'unda anemi; %10,7'sinde nötropeni; %8,7'sinde trombositopeni ve %3,9'unda pansitopeni tespit edildi. Kan kültür örneği alınmış olan 53 olgunun %37,7'sinde üreme var iken, olguların tamamında Brusella Capture titre düzeyi ?1/160 idi. Radyolojik incelemede; hastaların %11,3'ünde hepatomegali; %9,4'ünde splenomegali; %32,1'inde hepatosplenomegali; %7,7(n:8)'sinde Ekokardiyografik incelemede anlamlı patoloji gözlendi. Ayrıca 8(%7,7 ) olguda sakroileit saptandı. Tüm laboratuvar değerlerinin birbiriyle korelasyonu yapılmış olup, ileri regresyon analizi ile birlikte değerlendirildiğinde; kan kültüründe üreme elde edilen olgular ve CRP ile trombosit sayısı arasında negatif korelasyon olduğu, CRP ile kreatin ve ESR arasında ise pozitif korelasyon olduğu saptandı( p<0.05). Sonuç: Bruselloz hastalığının birden fazla sistem üzerinde etki gösterebileceğini, bu hastalığa ait klinik ve laboratuar özelliklerinin iyi bilinip yakın bir izlem gerektirdiğini, doğru şekilde tedavi edilmez ise hastalığa bağlı komplikasyonların gelişebileceğini, akut faz reaktanlarından CRP'nin sistem tutulumları ve komplikasyon gelişimini öngörmede önemli bir belirteç olduğunu, hastalıkla en etkin mücadelenin koruyucu önlem ve eğitimler olduğunu hatırlatır, bu konuda kamu otoriteleri arasında yer alan Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı'nın sorumluğuna vurgu yapıp, iyi bir yönetimle zoonotik bir hastalık olan Brusellozun giderek azaltılabileceğine inanıyoruz.
  • Öğe
    Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi asistan hekimlerinin kuduz hastalığı ve profilaksisi hakkında bilgi düzeylerinin değerlendirilmesi
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Arslan, Muhammed Çelebi; Demir, Vasfiye
    Kuduz hastalığı uygun profilaksi ile önlenebilen, etkin tedavisi olmayan ölümcül bir hastalıktır; bu nedenle kuduz riskli vaka yönetimi yapan hekimlerin, yeterli ve doğru bilgiye sahip olmaları çok önemlidir. Bu çalışmada amacımız; Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde çalışan asistan hekimlerin kuduz hastalığı ve profilaksisi hakkındaki bilgi düzeylerini değerlendirmektir. Çalışma kesitsel tanımlayıcı tarzda planlanmıştır. Çalışma için etik kurul onayı ve katılımcılardan onam alınmıştır. Çalışmaya 250 asistan hekim katılmıştır. Katılımcılara sosyodemografik özellikler ve bilgi sorularını içeren 26 soruluk anket formu uygulanmıştır. Verilerin istatistiksel analizi SPSS 26.0 programı kullanılarak yapılmıştır. Çalışmamıza katılan hekimlerin %94,8'i kuduz hastalığının virüs nedenli olduğunu, %100'ü köpeğin, %92,'i kedinin kuduz riskli hayvan olduğunu bilirken; %98,4'ü yaranın öncelikle bol su ve sabun ile yıkanması gerektiğini doğru bilmişlerdir. Hekimlerin %72,8'i kuduz aşısı uygulama şeklini, %79,6'sı uygulama yerini doğru bilmesine rağmen sadece %22'si aşı koruyuculuk süresini doğru bilmişlerdir. Hekimlerin %91,2'si veteriner hekimlere temas öncesi profilaksi yapılması gerektiğini bilmesine rağmen sadece %27,2'si temas öncesi aşı şemasını doğru bilmişlerdir. Hekimlerin %80'ı 4 dozluk klasik kuduz aşı şemasını bilirken; sadece %29,2'si '2.1.1' ve %25,6'sı daha önce profilaksi almış temaslının aşı şemasını doğru bilmişlerdir. Hekimlerin %51,2'si kuduz immünglobilinin uygulama şeklini doğru bilmesine rağmen; sadece %28'i immunglobulin dozlarını, %26,8'i aşı sonrası uygulama süresini ve %23,2'si immunglobulin sonrası dikiş atılabilme süresini doğru bilmişlerdir. Hekimlerin bilgi sorularından aldıkları puan ile çalıştıkları uzmanlık dalı ve kuduz riskli vaka yönetimi yapmış olma durumu arasında yüksek düzeyde anlamlı fark bulunmuştur (p?0,001). Sonuç olarak; hekimlerin kuduz hastalığı ve profilaksisi ile ilgili bilgi düzeylerinin yeterli olmadığı görüldü. Güncel rehberlerden yararlanılarak mezuniyet öncesi ve sonrası eğitimler artırılmalıdır.
  • Öğe
    Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu olan çocuklarda ekran bağımlılığı sıklığı, dijital ebeveynlik farkındalığının belirlenmesi ve ilişkili faktörler
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Güzel, Yağmur; Öztürk, Masum
    Giriş ve Amaç: DEHB tanısı olan çocuklar, dürtü düzenleme, zaman yönetimi, görev organizasyonu ve önceliklendirme ile ilgili sorunlar yaşarlar. Bu çocuklar, sağlıklı çocuklara kıyasla kendi medya kullanımlarını sınırlama ve denetleme konusunda daha fazla zorluk yaşar ve video oyunlarında daha fazla zaman geçirme eğilimindedirler. Bu çalışmada DEHB tanısı olan çocuklarda problemli medya kullanım düzeyinin sağlıklı kontrollerle karşılaştırılması ve DEHB'li olgularda problemli medya kullanımı ile ilişkili faktörlerin (DEHB şiddeti, ebeveynlerin dijital medya ile ilgili tutumları, duygusal ve davranışsal problemler) araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya DEHB tanısı olan 95 hasta ve bilinen psikiyatrik bozukluğu olmayan 90 sağlıklı kontrol alınmıştır. DEHB tanısı için K-SADS-PL-DSM-5 ( Kiddie and Young Adult Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia Present And Lifetime Version ) kullanılmıştır ve tüm ebeveynlere Young İnternet Bağımlılığı Testi, Problemli Medya Kullanım Ölçeği, Bergen Sosyal Medya Bağımlılığı Ölçeği, Çocuklar İçin Davranış Değerlendirme Ölçeği, Conners Ebeveyn Dereceleme Ölçeği ve Dijital Ebeveynlik Farkındalık Ölçeği uygulanmıştır. Bulgular: DEHB grubunda problemli internet kullanım skorlarının kontrol grubuna kıyasla daha yüksek olduğu saptanmıştır (p=0.001). DEHB şiddeti, somatik yakınmalar ile dijital ebeveyn farkındalığı alt boyutlarından dijital ihmal ve olumsuz model olma'nın DEHB grubunda problemli medya kullanımını predikte ettiği saptanmıştır (p<0.001, ? = 0,259, R=%53.4). Sonuç: Çalışmamızda DEHB'nin problemli medya kullanım riskini arttırdığı, ebeveynlerinin dijital medya konusundaki tutum ve davranışlarının çocuklarda ekran bağımlılığına katkı sağlayan önemli faktör olduğu saptanmıştır.
  • Öğe
    KOAH hastalarında, pulmoner arter genişliğinin ve pulmoner arter çapının/aort çapına oranının demografik özellikler, alevlenme, solunum fonksiyon testleri ve survey ile ilişkisi
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Yelboğa, Arzu; Kırbaş, Gökhan
    Giriş ve Amaç: KOAH; öksürük, balgam, dispne gibi solunumsal semptomların ağırlıklı olduğu, alevlenmelerle seyreden önemli bir morbidite ve mortalite nedeni olan heterojen, kompleks bir hastalıktır. KOAH'da hipoksi, periferik vasküler yapılarda budanma ve enflamatuvar süreçler pulmoner vasküler yatakta yeniden yapılanmaya neden olmaktadır. Çalışmamızda pulmoner arter çapının genişliği ve pulmoner arter çapının çıkan aortaya oranının (PA/A); SFT değerleri, alevlenme sıklıkları, hastane yatışları, yoğun bakım ünitesine yatış öyküleri, 6 DYM, BODE indeksi, EKO sonuçları ve demografik özellikler gibi parametreler ile ilişkisini incelemeyi amaçladık. Metod: 01.01.2021-01.05.2023 tarihleri arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Polikliniğine başvurmuş 40 yaş üstü, SFT ile KOAH tanısı doğrulanmış ve daha önceden toraks BT'si mevcut olan 151 hasta retrospektif olarak Hastane Bilgi Yönetim Sistemi (HBYS) üzerinden tarandı. Mediasten penceresinde aksiyal planda pulmoner arterin bifurkasyon yaptığı kesitte, pulmoner arter çapı ve yine aynı kesitte aort çapı elektronik cetvel ile ölçüldü. Bulgular: 151 hastanın yaş ortalaması 64.61±8.99 olup, 129'u (%85.4) erkek cinsiyet idi. Ana pulmoner arter çapı ortanca değeri 27.4 (17.9-49.9), 29 mm ve üzeri çap genişliğine sahip 58 (%38.4) hasta, PA/A 1 ve üzerinde olan 18 (%11.9) hasta var idi. Pulmoner arter çapının daha geniş olduğu veya PA/A 1 ve üzerinde olduğu gruplarda kadın cinsiyet, yatış gerektirmeyen alevlenme öyküsü, hastane yatış öyküsü, yoğun bakım ünitesine yatış öyküsü, 02 konsantratörü ve BPAP cihazı kullanımı daha sık saptandı. (p<0.05) Pulmoner arter çapı 29 mm ve üzeri olan hastalarda SFT'de daha düşük FEV1 (%), FEV1 (Lt), MEF 25-75 (Lt), PEF (Lt), PEF (%) değerleri saptandı. (p<0.05) Ayrıca yine bu grupta daha yüksek VKİ değerleri, daha düşük 6DYM, daha yüksek BODE indeksi, daha sık triküspit yetmezlik ve sağ kalp boşluklarında genişleme izlendi. (p<0.05) SONUÇ: Toraks BT kesitlerinde kolaylıkla ölçülebilen, pulmoner arter çapı ve pulmoner arter çapının çıkan aortaya oranı KOAH hastalarında alevlenme, survey, solunum fonksiyon testleri ve demografik özelliklerle ilişkili olduğunu saptadık. Gerektiğinde ölçümün rahatlıkla tekrarlanabilir olması ve ölçüm tekniğinin öğrenim süresinin kısa olması günlük pratikte kullanılmasını kolaylaştırmakta ve hekimlere yol gösterici bir parametre olacağı düşünülmektedir.
  • Öğe
    Biyolojik ajan kullanan Aksiyal Spondiloartrit tanılı erkek hastalarda seksüel disfonksiyon
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Şengül, Burhan; Çağlayan, Mehmet
    Spondiloartrit (SpA), omurga ve sakroiliak eklemleri tutan, ilerleyici omurga tutukluğuna ve inflamatuar bel ağrısına sahip kronik inflamatuar bir rahatsızlıktır. Ankilozan spondilit (AS) spondiloartritgrubundaki rahatsızlıkların prototipidir. AS'nin en özenmlisemptomu sakroiliak eklemleri ve omurgayı tutmasının dışında ekstraartiküler bulguları da olan sistemik bir rahatsızlıktır. Spondiloartrit hastalığı hem fiziksel hem de psikolojik birçok probleme neden olmaktadır. Bunun dışında hastaların tedavide kullandığı biyolojik ajanlar erektil fonksiyonu etkileyebilmektedir. Bu çalışmanın amacı biyolojik ajan kullanan hastalarda erektil disfonksiyonu belirlemektir. Çalışmaya 100 biyolojik ajan kullanan ve 100 biyolojik ajan kullanmayan aksiyalSpA tanılı hasta olmak üzere 200 hasta alındı. Hastaların demografik bilgileri kaydedildi. Tüm hastalara Uluslararası Erektil Fonksiyon İndeksi Anketi uygulandı. Tüm hastaların genel sağlık durumunu belirlemek için NottighamHealth Profili (NHP) uygulandı. Hastaların anksiyete ve depresyon durumu, Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği (HAD) uygulandı. Çalışmaya katılanlardan biyolojik ajan kullananların %86'sında erektil disfonksiyon saptanırken, biyolojik ajan kullanmayanların %69'nda erektil disfonksiyon tespit edildi. Biyolojik ajan kullananlarda kullanmayanlara göre erektil disfonksiyon istatistiksel açıdan anlamlı bir şekilde daha yüksek olarak bulundu (p?0,01). Biyolojik ajan kullananlar ile kullanmayanlar Nottingham Sağlık Profiline göre ağrı, duygusal reaksiyonlar, uyku, sosyal izolasyon, fiziksel aktivite ve enerji alt başlıklarının tümünde istatistiksel olarak anlamlı sonuç bulunmamıştır (p?0,05). Gruplar arası hastane anksiyete ve depresyon skorları karşılaştırıldığında biyolojik ajan kullanan grubun depresyon ortalaması5,92±4,14iken biyolojik ajan kullanmayanların 6,47±3,51olup anlamlı değildi (p?0,05). Grupların anksiyete açısından karşılaştırıldığında biyolojik ajan kullananların ortalaması3,28±3,40iken biyolojik ajan kullanmayanların ortalaması2,52±2,54olup istatistiksel açıdan anlamlı bulunmuştur (p?0,05). Sonuç olarak; Biyolojik ajan kullanan Spondiloartrithastalarının biyolojik ajan kullanmayanlara göre erektil disfonksiyonu istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksek bulundu. Biyolojik Ajan kullanımı genel sağlık durumları üzerine etkisi bulunmamıştır. Biyolojik ajan kullananların anksiyete durumu kullanmayanlara göre istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde etkilenmiştir.
  • Öğe
    Kolorektal adenokarsinomlarda mikrosatellit durumunun histopatolojik ve moleküler özelliklerle karşılaştırılması ve sağ kalıma etkisi
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Tunçtürk, Bilal; Alabalık, Ulaş
    Kolorektal karsinom dünya genelinde ve ülkemizde en sık görülen malign tümörler arasındadır. Temel olarak 3 farklı patogenetik yolaktan gelişir. Bunlardan biri olan mikrosatellit instabilite (MSI), DNA yanlış eşleşme onarımı (MMR) genlerindeki sporadik ya da kalıtsal mutasyonlar sonucu oluşur. Kolorektal kanserlerin yaklaşık %15'i bu yolaktan gelişir. MMR defektif kolorektal kanserlerin prognozu daha iyi olup tedavisi mikrosatellit stabil (MSS) olanlara göre daha farklıdır. Ayrıca MMR defektifliği, kalıtsal Lynch Sendromu konusunda aileyi yönlendirme açısından önemlidir. Bu çalışmada, Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı'nda 2018 ile 2022 yılları arasında kolorektal adenokarsinom tanısı almış 224 olgu seçildi. Olguların H&E boyalı lamları ile MLH-1, PMS-2, MSH-2 ve MSH-6 immünhistokimya lamları arşivden çıkarılarak yeniden incelendi. Hastaların genel özellikleri olan histolojik alt tip, cinsiyet ve yaş, klinikopatolojik bulguları olan pTNM, yerleşim yeri, tümörün en büyük çapı ve polip varlığı, histomorfolojik bulguları olan diferansiasyon, moleküler KRAS, NRAS ve BRAF çalışmaları Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastane Bilgi ve Yönetim Sistemi (HBYS)'nden ve Tıbbi Patoloji arşiv kayıtlarından elde edildi. Sağkalıma ait veriler HBYS üzerinden ulaşılan Kimlik Paylaşımı Sistemi ile elde edildi. Amacımız olguların, MSI durumları ile bu parametreleri karşılaştırmak ve bölgemizde görülen kolorektal karsinomların karsinogenezis sürecine ışık tutabilmektir. Çalışmamızda MMR defekti ile erkek cinsiyet, düşük uzak metastaz oranı, sağ kolon yerleşimi, büyük tümör çapı, immatür stromanın az olması, tümör stroma oranının yüksek olması ilişkili bulundu. Olguların MSI durumu ile tümör alt tipi, yaş, diferansiasyon, pT evresi, N evresi, KRAS, NRAS ve BRAF sonuçları, polip varlığı, tümör nodülleri varlığı, intratümöral lenfositik yanıt seviyesi, kirli nekroz varlığı, büyüme paterni arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki izlenmedi. Çalışmamızda olguların %26,3'ünün MMR genleri defektif izlendi. MMR defektif KRK oranı literatüre göre daha yüksekti. MMR stabil olgular, stroma oranı yüksek, immatür stromalı ve daha fazla uzak metastaz gösterdi. Fakat literatürün ve iii diğer bulguların tersine, MMR stabil hastaların sağkalımı, MMR defektif hastalara göre kısmen daha iyi bulundu.
  • Öğe
    Dermoid kist ile torsiyone dermoid kistlerin karşılaştırılması
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Balkan, Nazenin; Evsen, Mehmet Sıddık
    Amaç: Bu çalışmadaki amacımız kliniğimizde Torsiyone Dermoid kist ile Dermoid Kistlerin karşılaştırılarak kistin torsiyone olmasındaki nedenleri ortaya koymak ve bu risk faktörlerin varlığında torsiyonu öngörülmesini kolaylaştırmak için yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Kliniğimizde 01.04.2010 – 01.04.2023 tarihleri arasında torsiyone dermoid kistler ile torsiyone olmamış dermoid kist verileri retrospektif olarak hasta dosyaları, elektronik veri tabanı ile toplandı. 12 yaş ve 45 yaşındaki hasta grubu popülasyona dahil edildi. 150 olgunun verileri çalışma kriterlerine uygun bulunarak demografik veriler, jinekolojik öykü, gebelik durumu, torsiyone olmayan dermoid kist çapları, torsiyone olan dermoid kist çapları bilateralite- unilateralite durumu, kistlerin torsiyone olduğu yön ve kaç kez torsiyone olduğu sonuçları kaydedildi. Tümör markır sonuçları, lökosit sayısı, operasyon şekli, insizyon şekli hastanede yatış süresi anestezi şekli değerlendirildi. Analizlerde SPSS 27.0 programı kullanıldı ve p <0.05 ve p <0.01 değerleri anlamlı olarak kabul edildi Bulgular: Çalışmamızda Torsiyone dermoid kist grubunun USG'sinde kanlanma görülme oranı (%37), torsiyone olmayan dermoid kist grubunun oranından (%100) anlamlı şekilde düşük bulunmuştur (p<0,001). Torsiyone dermoid kist grubunda bulunan hastaların %67,9'u saat yönünde, %32,1'i ise saat yönünün tersine dönmüştür. Torsiyone dermoid kist grubunda bulunan hastaların %66'sının kisti sağda ve %34'ünün ise soldadır. Yaş ile CA 19-9 arasında negatif yönde anlamlı bir korelasyon görülmüştür. Over boyutu ile CA 125 arasında pozitif yönlü anlamlı bir korelasyon tespit edilmiştir. CA 125 ile CA 19-9 ve CA 15-3 arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki vardır. Torsiyone dermoid kist grubunun yaş ortalaması 30,4±11,0 yıl iken torsiyone olmayan dermoid kist grubunun yaş ortalaması ise 27,0±7,2 yıl olup aralarında anlamlı farklılık görülmemiştir (p=0,091). Sonuç: Çalışmamızda torsiyone dermoid kist ile torsiyone olmamış dermoid kistler karşılaştırılıp bakıldığında yaş, dermoid kistin bulunduğu lokalizasyon, torsiyon için risk faktörü oluşturduğunu saptadık. Torsiyone grubunun yaş ortalaması 30,4±11,0 yıl iken, torsiyone olmayan dermoid kist grubunun yaş ortalaması ise 27,0±7,2 yıl idi. Torsiyone dermoid kistlerin ultrasonografik olarak kanlanmasının bozulduğu görüldü. Dermoid kist lokalizasyonunun torsiyon riskini arttırdığı, en sık sağ overde görüldüğü ve over botunun arttıkça tümör markırlarında pozitif yönde bir korelasyon içinde olduğu tespit edildi.
  • Öğe
    Kronik hepatit C enfeksiyonlu hastalarda hepatit C virüs genotiplerinin dağılımı
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Yenihal, Esra; Mete, Mahmut
    Bu çalışmada Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne 2011-2020 yılları arasında başvuru yapan 815 kronik hepatit C enfeksiyon hastasının retrospektif olarak genotip dağılımı belirlenmiştir. Genotip dağılımındaki değişimi ve göçün etkilerini incelemek amaçlanmıştır. PCR yöntemi ile amplifikasyon sonrası elde edilen HCV genomunun dizileme yöntemi kullanılarak genotip tayini yapılmıştır. Çalışma sonucu en sık genotip 1b saptanmış, genotip 1 oranının yıllar içinde azaldığı, genotip 4 oranının arttığı belirlenmiştir. Suriyeli bir hastada genotip 5 saptanmıştır. Çoğunluğu erkeklerden oluşan Genotip 3 oranının 2019, 2020 yıllarında arttığı belirlenmiştir. Sonuç olarak ciddi bir halk sağlığı sorunu olan hepatit C enfeksiyonunun tedavi seçimi ve süresi genotipten etkilenmektedir. Bölgemizde yıllar içerisinde genotip 4 oranlarının artışı, genotip 5'in belirlenmesi Suriye kaynaklı göçün genotip dağılımını değiştirdiğini göstermektedir. Ayrıca damar içi uyuşturucu kullanan hastalarda daha sık görüldüğü bilinen genotip 3'ün artmaya başlaması genotip dağılımını etkileyen birçok faktör olduğunu gözler önüne sermektedir. Doğrudan etkili antiviral ilaç kullanımıyla kür oranları artsa da nadir mutasyonlar görülebilmesi nedeniyle, genotip tayininin ve ülkedeki epidemiyolojik verilerin düzenli olarak takip edilmesi gerektiği düşüncesindeyiz.
  • Öğe
    Epilepsi hastalarında prolidaz, prostoglandin E-2 (PGE-2), interlökin-6,8,10,17 düzeylerinin kısa pskiyatrik değerlendirme ölçeği(BPRS), arizona cinsel yaşantılar ölçeği (asex), kısa form (SF-36), kısa işlevsellik değerlendirme ölçeği (fast), beck intihar düşüncesi ölçekleri eşliğinde değerlendirilmesi
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Jafar, Vugar; Varol, Sefer
    Amaç: Sitokinler hormonlara benzeyen, inflamatuar ve immün yanıtın oluşumu ve düzenlenmesinde hematopoietik hücrelere aracılık eden, peptid veya glikoprotein yapıda kimyasal ileti molekülleridir (2).Santral sinir sistemi(SSS) ile immün sistem arasında iki yönlü bir ilişki vardır ve bu olay sitokinler aracılığıyla oluşturulmaktadır(3).Günümüzdeki çalışmalar, inflamatuar sitokinler ve reseptörlerin beynin çeşitli alanlarında bulunduğunu ve lokal sentez kaynaklarının glia ve nöronlar olduğunu göstermektedir(4).Epileptik hastalarda, çeşitli uyaranlarla nöronal homeostazda bozulmaya bağlı olarak interlökin salınımında görülen artışın,nörotransmitter sisteminde bozukluklara yol açarak epileptik nöbete neden olduğu ileri sürmektedir (5).Deneysel çalışmalar,sitokin aktivitesinin özellikle nöbetin başladığı ve deşarjın yayıldığı alanda gözlendiğini göstermiştir (6). Son kanıtlar, IL-6'nın nöbet oluşumunda ve alevlenmesinde aktif rol oynadığını,IL-10'un farelerde hipokampüste hipoksi ile uyarılmış epileptiform aktivite gelişimine karşı nöroprotektif olduğunu,İL-17'nin nöbet şiddeti ile korele olan epilepsi hastalarında hem BOS hem de periferik kanda yükseldiğini,prolidaz aktivitesi ile artan prolin düzeyleri glutamat eksitotoksisitesine yol açtığını,PG-E2 ise nöroinflamasyon, nöronal hipereksitabilite ve eksitotoksisitede, lokal vazodilatasyon, immün hücrelerin infiltrasyonu ve birçok proinflamatuar mediatörün iltihaplı beyin bölgelerinde düzenlenmesindeki kritik rolleri ile tanınmaktadır.Aynı zamanda epilepsinin emosyonel,davranışsal,sosyal ve bilişsel alanlardaki etkilerinden dolayı psikiyatrik bozukluklarla ilişkisi büyük bir ilgi alanı oluşturmuştur.Epilepsili erişkin hastalarda psikiyatrik bozukluklarla ilişkili yapılan epidemiyolojik çalışmalar psikiyatrik komorbiditenin %20-40'a varan oranlarda görüldüğünü belirtmektedir(7). Bu çalışmalar farklı hasta grupları ve tanı araçları kullanılarak yapılmış olduğundan metodolojik heterotejenite bulguların kıyaslanmasını güçleştirmektedir (8). Yapılan bir çok çalışmalarda kontrol grubu dahil edilmemiştir. Kontrol grubu olan çalışmalarda ise epilepsili hastaların normal kontrol grubuna kıyasla psikiyatrik problemlerinin arttığı bildirilmiştir.Ancak bu çalışmalarda ya hasta sayısının az olduğu yada kontrol grubu olarak başka tıbbi durumu olan hastaların seçildiği ve literatürde sağlıklı grupla kıyaslamanın yapıldığı az sayıda çalışmanın olduğu dikkat çekmektedir(9-12).Bir çok çalışma epilepsi hastalarının pek çok psikososyal problemlerle karşılaştığını ve bunlarında sıklıkla depresyon,anksiyete ve düşük benlik saygısına neden olduğu bildirmektedir (13-14).Bu çalışmada yukarıdaki güncel bilgiler işığında epilepsi tanılı hastalarda prolidaz,PGE-2,İL-6,8,10,17 düzeylerinin kanda düzeyi ölçülerek Kısa Psikiyatrik Değerlendirme Ölçeği(BPRS),Arizona Cinsel Yaşantılar Ölçeği(ASEX),Kısa Form(SF-36),Kısa İşlevsellik değerlendirme Ölçeği(FAST), Beck İntihar Olasılığı Ölçeği ölçekleri eşliğinde sağlıklı kontrol gurubu ile mukayeseli bir şekilde ve güncel literatür bilgileri eşliğinde değerlendirilmesini amaçladık. Gereç ve Yöntemler: Çalışmamıza Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nöroloji kliniğinde takip edilen, ILAE 1989 ve2017 kriterlerine göre jeneralize başlangıçlı morto tonik –klonik nöbeti olan kesin epilepsi tanılı epilepsi tanılı 45 hasta ve 45 sağlıklı gönüllü alındı.Hastalardan ve sağlıklı kontrol grubundan bir kez kan örneği alındı.Hasta grupları ile sağlıklı kontrol grubunda ölçülen prolidaz,PG-E2,İL-6,8,10,17 düzeyleri karşılaştırıldı. Çalışılan parametre ile olguların yaş, cinsiyet, BPRS, ASEX, SF-36, FAST,Beck İntihar Düşüncesi– ölçekleri ile mukayeseli bir şekilde değerlendirildi. Bulgular:Kan değerleri ve pskiyatrik ölçekler istatiksel olarak T-Testi ve Kruskal-Wallis testi ile epilepsili hasta ve sağlıklı kontrol grubu arasında karşılaştırıldı.İL-17 kontrol grubunda yüksek saptandı(p<0,05). İL-6,8,10 epilepsili hasta grubunda anlamlı yüksek saptandı(p>0,05).Pskiyatrik tüm ölçeklerde hasta grubunun anlamlı etkilendiği görüldü. Sonuç: Bu çalışmanın sonuçları nöbetlerin epileptik hastalarda sitokin düzeylerini değiştirebileceğini göstermektedir. Bununla birlikte, epilepsi patogenezi ve tedavisinde bu etkilerin geçerliliğini ve gerçek değerini yorumlamak, bağışıklık sistemi üzerindeki modülatör etkileri ölçmek ve bulguları doğrulamak yeterli değildir. Aynı zamanda, postiktal dönemden sonra hastalardan kan alma süresi farklıdır, sitokin seviyelerindeki zamansal değişiklikler kavramını ortaya çıkarır ve çalışmaların sonuçlarını etkiler. Diğer çalışmalardan farklı olarak primer epilepsi ve nöbet geçiren hastalar kontrol altına alındı. Psikiyatrik ölçekler açısından, tüm sonuçlar anlamlıydı ve epilepsili hastaların psikososyal olarak etkilendiğini kanıtladı.
  • Öğe
    Üçüncü basamak bir merkezde izlenen akromegali tanılı hastaların retrospektif değerlendirilmesi
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Arslan, Rober; Tuzcu, Alpaslan Kemal
    Amaç: Akromegali ilerleyici, dış görünüş değişikliklerinin olduğu, sistemik komorbiditelerin eşlik ettiği nadir görülen bir hastalıktır. Bizim bu çalışmadaki amacımız 2012-2023 yılları arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Polikliniği'ne başvuran akromegali hastalarının retrospektif dökümantasyonunu yapmak, tanı ve tedavi yöntemlerini incelemek, remisyon durumlarını değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza 99 akromegali hastası alındı. Bu hastalarda incelediğimiz başlıca parametreler; yaş, cinsiyet, hormonal değişiklikler,komorbid hastalıklar, cerrahi, radyoterapi, medikal tedavi öyküsü, bu tedavilerin etkinliği, yan etkileridir. Bulgular: Hastaların %49,5'inin erkek, %50,5'inin kadın olduğu saptanmıştır. Hastaların yaşlarının ortalaması 46,96 tedavi başlangıcındaki kilolarının ortalaması 73,48 tedavi sonrasındaki kilolarının ortalaması 75,58 boylarının ortalaması 169,44 cm ve beden kitle indekslerinin ortalaması 25,57 kg/m2 olarak saptanmıştır. Hastaların başlangıç – son IGF-1 ve GH değerleri karşılaştırılmıştır . Elde edilen sonuçlara göre; hastaların IGF-1 değerlerinin ortalaması tedavi başlangıcında 714,04 ng/mL, tedavi sonrasında 221,07 ng/mL; hastaların GH değerlerinin ortalaması tedavi başlangıcında 11,39 mIU/mL, tedavi sonrasında 3,68 mIU/mL olarak belirlenmiştir. Araştırmada yer alan hastaların kitle boyutları ile rezidü kitle boyutu karşılaştırılmıştır .Elde edilen sonuçlara göre; hastaların kitle boyutlarının ortalaması 1,62 cm, rezidü kitle boyutlarının ortalaması 0,54 cm olarak belirlenmiştir. Hastalara uygulanan tedavi yöntemleri değerlendirilmiştir .Elde edilen sonuçlara göre; hastaların %92'9'una cerrahi tedavi, %84,8'ine medikal tedavi ve %9,1'ine radyoterapi uygulandığı saptanmıştır. hastaların %59,6'sının oktreotit, %37,4'ünün lanreotit ve %44,4'ünün kabergolin kullandığı saptanmıştır. Oktreotit kullanan hastaların kullanım sürelerinin ortalaması 4,80 ± 3,06 yıl, lanreotit kullanan hastaların kullanım sürelerinin ortalaması 4,11 ± 2,76 yıl ve kabergolin kullanan hastaların kullanım sürelerinin ortalaması 5,59 ± 2,78 yıl olarak belirlenmiştir. Hastaların cinsiyetlerine göre komplikasyonları değerlendirilmiştir .Elde edilen sonuçlara göre; erkeklerin %10,2'sinde, kadınların %2'sinde kolonda polip saptanmıştır. Hastaların cinsiyetlerine göre malignite görülme oranları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur (X2=6,668; p<0,05). Erkeklerde kolonda polip gelişme oranlarının kadınlara göre daha yüksek olduğu saptanmıştır. Okterotit, Lanreotit ve Kabergolin Alan Hastaların Başlangıç – Son IGF-1 Değerlerinin Karşılaştırılması yapılmış olup istatistiksel olarak anlamlı sonuçlar elde edilmiştir
  • Öğe
    Diyabetik retinopatide lamina cribrosa kalınlığı ile optik disk vasküler dansitesinin korelasyonu
    (Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Sevük, Doruk Can; Ava, Sedat
    Amaç: Diyabetik retinopatide (DRP'de) optik disk vasküler dansitesinin lamina cribrosa kalınlığı ve derinliğiyle arasında korelasyonunun olup olmadığını ortaya koymak amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Prospektif çalışmaya 30'u kontrol (Grup-1), 30'u nonproliferatif DRP (NPDR=Grup-2), 25'i proliferatif (PDR=Grup-3) DRP'li toplam 85 katılımcı dahil edildi. Katılımcıların detaylı göz muayeneleri yapıldı, optik koherens tomografi anjiografiyle (OKTA) optik disk vasküler dansitesi, OKT'yle retinal sinir lifi kalınlığı, arttırılmış derinlik görüntüleme OKT'yle (EDI-OKT) lamina cribrosa kalınlığı ve derinliği, prelaminar doku kalınlığı, bruch membran açıklıkları ölçülerek kaydedildi. Gruplar Anova t-test ile karşılaştırıldı, parametrelerin ilişkisi Spearman's korelasyon analizi ile değerlendirildi. Bulgular: Gruplar arasında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel anlamlı farklılık saptanmadı (sırasıyla; p=0.741, p=0,922). EDI-OKT 'de lamina cribrosa derinliğinin Grup 2 ve 3'te istatistiksel olarak anlamlı azaldığı görüldü (p<0,001). Lamina cribrosa kalınlığı açısından gruplar arasında istatistiksel anlamlı fark gözlenmedi (p=0,115). Prelaminar doku kalınlığı Grup 2 ve 3'te anlamlı şekilde daha ince bulundu (p<0,001). Bruch membran açıklığının Grup 2 ve 3'te istatistiksel olarak anlamlı daha fazla olduğu görüldü (p=0,001). DRP'si olan gruplarda sağlıklı bireylere göre anlamlı şekilde disk içi, peripapiller, bütün optik disk görüntüsünde, inferior hemi'de vasküler dansite yüzdesinin azaldığı gözlenirken (p<0,001); disk içi ve bütün optik disk görüntüsündeki vasküler yoğunluk yüzdesinin proliferasyonla korele şekilde azaldığı gösterildi. Retinal sinir lifi kalınlığı ile lamina cribrosa derinliği anlamlı negatif korele gözlendi (r:-0.228 p=0,036). Sonuç: Diyabetik retinopatiyle lamina cribrosa kalınlığı arasında korelayon saptanmadı. Ancak lamina cribrosa derinliği, prelaminar doku kalınlığı ve bruch membran açıklığıyla arasında korelasyon saptandı. Diyabetik hastalarda EDI-OKT'de korelasyon saptanan bu ölçümlerin yapılmasıyla optik disk vaskülaritesinin etkilenip etkilenmediği hakkında bilgi alınabilir.