Yazar "Babayiğit, Cenk" seçeneğine göre listele
Listeleniyor 1 - 4 / 4
Sayfa Başına Sonuç
Sıralama seçenekleri
Öğe Akciğer kanserli olgularımızda fleksibl fiberoptik bronkoskopi ile alınan materyallerin tanı değeri(2000) Şenyiğit, Abdurrahman; Leblebici, İ. Halil; Kılınç, Nihal; Babayiğit, Cenk; Yıldız, TekinKliniğimizde 1997 ile 1998 yılları içinde fleksibl fiberoptik bronkoskopi (FOB) ile tanı konulan 48 hasta prospektif olarak incelendi. Hastalarımıza bronkoskopi esnasında forseps biyopsi, fırça biyopsisi, bronşiyal lavaj ve bronkoalveoler lavaj (BAL) uygulandı. Ayrıca postbronkoskopik balgamları incelendi. Olguların 45'ine (%93.7) forseps biopsisi, 1'ine (%2) BAL , 2'sine (%4.1) fırça biyopsisi ile tanı konuldu. Malignite açısından olumlu sonuç forseps biopsisi için %93.7, BAL için %16.6, bronşiyal lavaj için %27, postbronkoskopik balgam için %14.5, fırça biopsisi için %22.9 olarak saptandı. 48 olgumuzun 44'ünde hücre tipi saptanırken 4'iinde tip tayini yapılamadı. Epidermoid karsinom 25(%52), adenokarsinom 8(%16), küçük hücreli karsinom 5 (%10.4), büyük hücreli karsinom 4 (%8) olguda saptandı. 2 (%4) olguda ise mikst tip karsinom (epidermoid karsinom + küçük hücreli karsinom) saptandı. Sonuç olarak akciğer kanseri ön tanısıyla FOB yapılan olgularda en değerli bronkoskopik materyalin forseps biyopsisi olduğu, bununla birlikte FOB esnasında alınan diğer materyallerle birlikte postbronkoskopik balgam örneklerinin alınmasının tanısal verimliliği artıracağı kanaatine varıldı.Öğe Co-existince of sickle cell disease and hemidiaphragm paralysis(2006) Şenyiğit, Abdurrahman; Melek, İsmet Murat; Duman, Ahmet Taşkın; Babayiğit, Cenk; Gali, EdipOrak hücreli anemi, hücrenin rijid deformasyonuna yol açan anormal hemoglobin üretiminin neden olduğu bir hastalıktır. İnfeksiyonlar, akut splenik sekestrasyon krizleri, aplastik krizler, akut göğüs sendromu, inme, kolelitiyazis, renal hastalıklar ve ağrı hastalığın majör komplikasyonlarıdır. Unilateral veya bilateral diyafragma paralizisi, frenik sinir zedelenmesini takiben veya miyopatiler, nöropatiler ve miyelopatiler gibi çeşitli motornöron hastalıklarıyla birlikte görülebilir. Hemidiyafragma paralizisi, bilateral paraliziden daha sık görülür ve genellikle göğüs radyografisinde diyafragmanın tek taraflı anormal yüksekliği ile teşhis edilir. Orak hücre hastalığı olan 14 yaşındaki kız hastanın rutin kontrolü sırasında çekilen göğüs radyografisinde belirgin sağ hemidiyafragma yüksekliği izlendi. Hastanın ne travma ne de torasik cerrahi öyküsü vardı. Nörolojik muayenesinde duyu kusuru veya motor defisiti de yoktu. Toraksın bilgisayarlı tomografisi (BT)’nde belirgin derecede sağ hemidiyafragma elevasyonu saptandı. BT’sinde hiçbir patolojik bulgu yoktu. Spirometrik değerleri (beklenenin yüzdesi şeklinde) FEV1= %53, FVC= %55, FEV1/FVC= %97, PEF= %43 ve FEF%25-75= %58 olarak orta-ağır derecede restriksiyon ile uyumluydu. Sağ hemidiyafragma paralizisi tanısı floroskopide Hitzenber Snif testin pozitif saptanmasıyla doğrulandı. Orak hücre hastalığında her ne kadar çeşitli patofizyolojik mekanizmaların santral nörolojik komplikasyonlara yol açtığı biliniyor olsa da, periferik sinir tutulumu bugüne kadar bildirilmemiştir. Burada, orak hücre hastalığı ve unilateral hemidiyafragma paralizisi olan 14 yaşındaki kız hastayı, aradaki ilişkinin kanıtlanması için daha çok sayıda olgu saptanması gerekmesine rağmen bugüne kadar bu birliktelik bildirilmediği için sunuyoruz.Öğe Diabetes mellitus, alveolo-kapiller membrandan difüzyonu veya diğer solunum fonksiyonlarını etkiler mi?(Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2000) Babayiğit, Cenk; Şenyiğit, AbdurrahmanEn sık görülen endokrin hastalık olan diabetes mellitusta (DM) çeşitli solunum fonksiyon anormallikleri tanımlanmış olmasına karşın bazı araştırmaların sonuçlan birbirleriyle çelişir durumdadır. Bu çalışmada DM'un alveolo-kapiller membrandan difüzyonu veya diğer solunum fonksiyonlarını etkileyip etkilemediği ve diyabetik mikrovasküler komplikasyon (mikroanjiopati) varlığının solunum fonksiyon bozukluklariyle muhtemel ilişkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Tip 1 DM'lu 21 ve tip 2 DM'lu 23 hastada ölçülen zorlu vital kapasite (FVC), 1. saniyedeki zorlu ekspiratuar hacim (FEVı), FEVı/FVC, zorlu ekspiratuar akım %25-75 (FEF %25-75), karbon monoksit difüzyon kapasitesi (DLCO) ve spesifik difüzyon kapasitesinin (DLCO/ V A) ortalama değerleri 21 kontrol olgusununkiyle karşılaştınlmıştır. Ayrıca retinopati veya mikroalbüminüri gibi diyabetik mikroanjiopatisi olan hastalardaki solunum fonksiyon test (SFT) parametrelerinin ortalama değerleri mikroanjiopatisi olmayanlannkiyle karşılaştınlmıştır. Tip 1 DM'lu olgulann FEVı/FVC dışındaki SFT değerlerinin kontrol grubuna göre belirgin derecede azaldığı saptanmıştır (p<0,001). Tip 2 DM'lu olgularda ise FEVı/FVC de dahil ölçülen tüm parametrelerin kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşük olduğu bulunmuştur (sırasıyla p<0,05, <0,001, <0,001, <0,001, 0,001 ve <0,05). Hem tip 1 hem de tip 2 DM'lu olgularda diyabetin süresi ile gerek DLCO gerekse DLCO/VA arasında anlamlı negatif korelasyon saptanmıştır. DLCO ve DLCO/VA'mn retinopati veya mikroalbüminüri gibi mikrovasküler komplikasyon (mikroanjiopati) gelişenlerde gelişmeyenlere göre belirgin olarak azalmış olduğu gözlenmiştir. Sağlıklı bireylerle kıyaslandığında hem tip 1 hem de tip 2 DM'lu olgulann solunum fonksiyon testlerinin restriktif özellikler taşıyan hafif bozulma gösterdiği, en belirgin bozulmanın pulmoner difüzyon kapasitesinde meydana geldiği, bu durumun da DM'da gelişen pulmoner mikroanjiopati ile ilişkili olduğu ve olguların takibinde, özellikle mikroanjiopatinin belirlenmesinde DLCO ölçümünün de yararlı olabileceği sonucuna vanlmıştır.Öğe Malignant pleural mesothelioma: Evaluation of clinical, radiological and histological features in 136 cases(2000) Topçu, Füsun; Işık, Recep; Şenyiğit, Abdurrahman; Coşkunsel, Mehmet; Babayiğit, CenkMalign plevral mezotelyoma (MPM) nadir görülen ancak fatal olan bir tümör olup sıklıkla asbest maruziyeti sonucu oluşur. Bu çalışmada 136 MPM vakası retrospektif olarak klinik, radyolojik, histolojik ve laboratuvar verileri yönünden değerlendirildi. Ayrıca önceden asbestle temasın saptandığı bölgelerden gelen olgular ile bu yerleşim birimleri dışından gelen olguların karşılaştırılması yapıldı. Olguların 59'u kadın, 77'si erkek olup E/K oranı 1.3/1 olarak saptandı. Kadınlarda 53.7, erkeklerde 51.8 olan yaş ortalaması tüm olgularda 52.6 olarak hesaplandı. Başlangıç semptomları olarak en fazla dispne (%26.4), göğüs ağrısı (%20.5) ve öksürük (%6.6) tespit edilmiştir. Bilgisayarlı toraks tomografisi (BTT) bulguları içinde ipsilateral plevral effüzyon %78.1, diffüz plevral kalınlaşma (DPK) %76.3, volüm kaybı %56.3 ve interlober fissür tutulumu %54.5, standart akciğer radyografisinde ise plevral sıvı %75.4 ve plevral kalınlaşma (PK) %46.3 oranında en fazla sıklıkla saptanan görünümlerdi. Laboratuvar bulguları arasında trombositoz %37 olguda görülürken sedimentasyon özellikle 50 yaş altındaki hastalarda daha fazla oranda yüksek olarak bulundu. Yüzonbir hastada (%81.6) perkütan iğne biyopsisi, 16 hastada (%11.7) plevral efüzyonun sitolojik incelenmesi, 5 hastada (%3.6) plevral dokunun histopatolojik incelemesi yanında takipte selim asbest plörezisinin ekarte edilmesi, 3 hastada (%2.2) VATS ve 1 vakada (%0.7) servikal lenf bezi biyopsisi ile teşhise gidildiği saptandı. Subgrup tayini 57 olguda yapılmış ve epitelyal tip %70, mikst tip %24.5 ve sarkomatöz tip %5.2 oranında belirlenmiştir. Olgularımızda ortalama sürvey epitelyal tipte 12, mikst tipte 9 ve sarkomatöz tipte ise 7 ay olarak bulunmuştur. Ayrıca önceki çalışmalarla kıyaslandığında özellikle Ergani yerleşim bölgesinden gelen olguların sayısında belirgin bir artış saptanmıştır. Olguların yaşadıkları bölgeler araştırıldığında %57'sinin önceden asbestle temasın tespit edildiği, %43'ünün ise önceden böyle bir temasın saptanmadığı bölgelerden geldikleri belirlenmiştir. Sonuçta özellikle 50 yaş üzeri olup asbestle temasın saptandığı bölgelerden dispne, zayıflama gibi şikayetlerle başvuran olgularda eksudatif vasıfta plevral efüzyon saptandığında ayırıcı teşhiste MPM'nin de düşünülmesi gerektiği, asbest veya erionit temasının saptanmadığı olgularda diğer muhtemel etyolojik faktörleri ortaya çıkarmak için ileri çalışmalar yapılması gerektiği kanaatine vardık.