Yazar "Çil, Timuçin" seçeneğine göre listele
Listeleniyor 1 - 20 / 20
Sayfa Başına Sonuç
Sıralama seçenekleri
Öğe Alışılmadık sebebi bilinmeyen ateş olgusu: Kikuchi-fujimoto hastalığı(2008) Dursun, Mehmet; Tüzün, Yekta; Yılmaz, Şerif; Bayan, Kadim; Altıntaş, Abdullah; Çil, TimuçinHistiyositik nekrotizan lenfadenit olarak da isimlendirilen ve kendini sınırlayıcı özelliğe sahip Kikuchi-Fujimoto hastalığı (KFH) çoğunlukla Asyalı genç kadınlarda görülür. KFH’nın etyolojisi bilinmemektedir. Hastalar özellikle servikal bölgede lenfadenopati, ateş, lökopeni ve yüksek eritrosit sedimantasyon hızı ile başvururlar. Hastalık bazen malign lenfoma olarak yanlış tanı alır. Hastalığın tanısı tutulan lenf nodunun histopatolojik incelemesi ile doğrulanır. Burada sebebi bilinmeyen ateş ile gelen ve Kikuchi hastalığı tanısı konan genç bayan hasta sunulmuştur. Sebebi bilinmeyen ateş ve lenfadenopati ile gelen hastaların ayırıcı tanısında KFH’nın da düşünülmesi gerektiğini öneriyoruz.Öğe Breast carcinoma metastasis to the tail of pancreas(2009) Paşa, Semir; Urakçı, Zuhat; Işıkdoğan, Abdurrahman; Çil, Timuçin; Altıntaş, AbdullahMeme kanserinde en sık uzak organ metastaz bölgelerini karaciğer, akciğer, kemik ve beyin oluşturur. Ancak meme kanserinde atipik metastazlar nadir değildir. Meme kanserinde izole pankreas metastazı nadiren görülebilmektir. Literatürde izole pankreas metastazı sadece 7 vakada saptanmıştır. Biz burada oldukça nadiren görülen izole pankreas kuyruğuna metastaz yapan meme kanseri olgumuzu sunuyoruz. Dört yıl önce meme kanseri tanısı alan hastamızda rutin takipler sırasında CEA ve Ca15-3 düzeyinde (129 ng/ml (0-4,3ng/ ml) ve 84 U/ml (0-25 U/ml) sırasıyla) artış saptandı. Bununla birlikte hastanın hiçbir şikayeti mevcut degildi ve rutin takipler sırasında karın bilgisayarlı tomografi sinde (BT) 81x79x68 mm nekroz içeren kitle saptandı. Üst gastrointestinal sistem endoskopisi normal olarak değerlendirildi, akciğer BT'de veya kemik sintigrafisinde metastaz saptanmadı. Perkutan transabdominal pankreas kuyruğundaki kitleden yapılan biopsi sonucu meme kanseri metastazı olarak değerlendirildi. Tipik metastaz bölgelerinde metastaz saptanmayan tümör belirleyicilerinde yükseklik saptanan olgularda pankreas gibi atipik metastaz bölgelerinin araştırılması gerektiği kanaatindeyiz.Öğe A case of polycythemia vera accompanied with neurofibromatosis type 1(2010) Tüzün, Yekta; Bayan, Kadim; Altıntaş, Abdullah; Çil, Timuçin; Paşa, Semir; Ayyıldız, OrhanKlasik miyeloproliferatif sendromlar (MPS) daha sık erişkinlerde görülürse de çocukluk çağında da görülebilir. Bu sendromlar içinde jüvenil kronik miyelomonositik lösemi (JMML), çocukluktaki monozomi 7’nin MPS’u, familyer kronik myeloid lösemi, trizomi 21’li infantlarda görülen transient MPS ve miyelofibrozisin çocukluk formları sayılabilir. Nörofibromatozis tip 1 (NF1), pigmentasyon anomalileri, başta çocuklar olmak üzere benign ve malign neoplazi sıklığının artmış olduğu otozomal dominant kalıtılan genetik bir hastalıktır. NF1 hastası çocuklarda daha yüksek sıklıkta görülmektedir. Biz bu yazımızda erişkin bir NF1 hastasında gelişen polistemia vera olgusu sunduk. Çocukluk yaşta NF1 ile MPS’ ın birlikteliği iyi bilinen bir durumdur. Benzer birliktelik erişkin hastalarda ise gösterilememiştir. Literatür taramalarımıza göre, JMML ve monozomi 7 ile birliktelikler tanımlanmış olsa da muhtemelen polistemia vera ile ilk saptanmış birlikteliktir.Öğe Churg Strauss sendromu ve ayırıcı tanısı: İki olgu sunumu(2007) Müftüoğlu, Ekrem; Altıntaş, Abdullah; Şit, Dede; Çil, Timuçin; Ayyıldız, OrhanChurg Strauss sendromu (CSS) küçük ve orta çaplı damarların nekrotizan, eozinofilden zengin granülomatoz inflamasyonudur. Özellikle Hipereozinofilik sendromla ayırıcı tanısının yapılması gerekmektedir. Bu makalede kliniğimize eozinofili ve eozinofili ile ilişkili organ hasarları ile başvuran iki olgu sunumu yaptık. Faydalı olacağını umduğumuzdan özellikle klinik olarak benzer olan CSS ile Hipereozinofilik sendromun klinik özelliklerini ve ayırıcı tanılarını literatür taraması eşliğinde irdeledik.Öğe Derin ven trombozu olgularında herediter trombofilik risk faktörleri(2007) Yurt, Murat; Batun, Sabri; Kaplan, M.Ali; Altıntaş, Abdullah; Çil, TimuçinDerin venöz tromboz (DVT) olgularında kalıtsal risk faktörlerinin sıklığı dünyanın çeşitli bölgelerinde değişmektedir. Faktör V Leiden ve protrombin G20210A (PT G20210A) venöz tromboza neden olan en sık genetik defektlerdir. Bu çalışmanın amacı; bölgemizde ki erişkin DVT olgularında FVL ve PT G20210A mutasyon sıklığını araştırmaktır. Eylül 2001 ile ağustos 2006 tarihleri arasında venöz tromboz tanısı konan 52 hastada FVL ve PT G20210A mutasyon varlığı araştırıldı. Venöz trombozlu 52 hastanın 14’ünde FVL mutasyonu (%26.9), 6’sında da PT G20210A mutasyonu (%11) bulundu. Sonuç olarak; Güneydoğu anadolu bölgesinde DVT olgularında normal sağlıklı populasyonla karşılaştırıldığında FVL ve PT G20210A mutasyonları daha sık bulunmuştur.Öğe Fetal loss in a patient with acute myeloblastic leukemia associated with FLAG-IDA regime(2009) Paşa, Semir; Çil, Timuçin; Ayyıldız, Orhan; Altıntaş, AbdullahGebelikte ve lösemi tedavisi, açık kılavuzların olmaması nedeni ile oldukça büyük bir çıkmazdır. Plasental trofoblastlarda lokalize bazı transporterler ilaç ve ürünleri için önemli bariyerlerdir. Biz bu yazımızda 34 haftalık gebeliği olan akut myeloblastik lösemi hastasında, yüksek doz sitozin arabinozid ve fludarabin kemoterapisi sonrası oluşan bir gebelik kaybı vakasını sunmayı ve sitotoksik ilaçların fetüs üzerine etkilerini tartışmayı amaçladık. Akut lösemi tanısı almış birçok gebede standart doz sitozin-arabinozid ve antrasiklinin kullanımına dair çok sayıda vaka tarif edilmiştir. Yüksek doz kemoterapinin, özellikle de FLAG-IDA rejiminin terme yaklaşmış gebelikte bile ölüme neden olabildiğini gördük. İlaç transporterlerinin rollerini araştırmaya yönelik çalışmalar pratikte ilaç seçimi ve gebe hastayı bekleyen riskleri daha iyi öngörmeyi sağlayabilir.Öğe Güneydoğu Anadolu bölgesinde hepatit C virüsünün genotiplendirmesi(2016) Çil, Timuçin; Göral, VedatHepatit C virusu (HCV), 1980'nin sonunda genomu tanımlanmış bir RNA virasudur. Virus pozitif tek iplikçikli bir RNA virüsüdür ve genomu yaklaşık 9400 nükleotid uzunluğundadır ve içerdiği tek açık okunan bölgesi 3010- 3011 aminoasit büyüklüğündeki poliproteini kodlar. 5'UTR bölgesinin bir kısmı HCV genotip ve subtiplerinin ayınrmnda etkili olan bölgedir. Tüm dünyada en az altı major HCV genotipi (la,lb,2a,2b,3a,3b, 4, 5, 6) tesbit edildi. Bizim çalışmamızın amacı; Güneydoğu Anadolu bölgesindeki, HCV enfeksiyonu olan hastalarda HCV genotiplendirmesinin saptanmasıdır. Bu çalışmaya 2004- 2005 yıllan arasıda D.Ü.T.F Gastroenteroloji polikliniğine başvuran 30 hasta dahil edildi. Tüm hastalarda anti-HCV ve HCV RNA pozitifliği çalışmaya alınma kriteri olarak kabul edildi. Çalışmaya alınan hastalar içindeki 8 hastanın HCV genotiplendirmesi, serum örneklerinin alınması, transferi, saklama işlemleri ve PCR incelemesi sırasındaki ayrıştırma işlemlerindeki hatalara bağlı olarak yapılamadı. Hastaların yaş ortalaması 42,4 (28- 58) olup, 22'si kadın, 10 tanesi erkekti. Hastaların ortalama ALT seviyesi 77,04 (42- 149), ortalama AST seviyesi 60,1 (34- 132) olarak saptanmıştır. Hastalardan sadece 3'ünde (%13,6) kronik HCV enfeksiyonu öyküsü, hastaların 6 (%27)'de karaciğer sirozu ve hastaların 13 'ünde (%59) kronik böbrek hastalığı mevcuttu. Hastalarda, toplam 3 adet HCV genotip'i saptandı; Genotip la, lb ve genotip 3a saptandı.5 hastada (%22,7) Genotip la saptandı, 16 hastada (%72,7) Genotip lb ve 1 hastada (%4,5) Genotip 3a saptandı. Türkiye'de ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde en çok görülen HCV genotipi lb'dir. Bizim çalışmamızda dominant genotip lb olarak saptandı. Sonuç olarak; Güneydoğu Anadolu bölgesinde, daha önceki çalışmalarla uyumlu olarak baskın genotip lb saptanmıştır ancak zamanla diğer genotiplerin oranlarının arttığı görülmektedir.Öğe Hairy cell lösemi olgularımızda cladribine tedavi sonuçları(2006) Altıntaş, Abdullah; Atay, Ahmet E.; Çil, Timuçin; Ayyıldız, Orhan; Müftüoğlu, EkremHairy cell lösemi nadir rastlanan, splenomegali ve pansitopeni ile karekterize klonal, kronik B hücreli lenfoproliferatif bir hastalıktır. Tedavide pürin analogları tercih edilmektedir. HCL tedavisinde cladribin’in (2-CdA) etkinliğine rağmen relapslarla karşılaşılabilir. Bu durumda tekrar 2-CdA ile remisyon elde edilebileceği gibi alternatif tedaviler de mevcuttur. Bu makalede merkezimizde tanı konup 2-CdA ile tedavi edilen ve halen takip edilmekte olan HCL olgularımızın tedavi sonuçları bildirildi.Öğe Hodgkin lenfoma olgularımız: Klinik ve patolojik değerlendirme(2006) Atay, A. Engin; Müftüoğlu, Ekrem; Altıntaş, Abdullah; Işıkdoğan, Abdurrahman; Ayyıldız, M. Orhan; Çil, Timuçin; Kaplan, M.AliHodgkin Hastalığı tüm lenfomaların yaklaşık %25’ini ve tüm kanserlerin %1’ini oluşturmaktadır. Bu çalışmada kliniğimizde takip ve tedavi edilen Hodgkin lenfomalı hastalar retrospektif olarak incelendi. Histopatolojik tanısı ve düzenli kayıtları olan 150 olgu; yaş, cins, histopatolojik alt tipleri ve evreleri bakımından değerlendirildi. Olguların 102’si (%68) erkek, 48’i (%32) kadındı. Medyan yaş 41 (16-73) yıl olarak bulundu. Histolojik alt tiplerine göre; Miks sellüler, nodüler sklerozan, lenfositten zengin ve lenfositten yoksun tip sırasıyla 63 (%42), 37 (%24.6), 25 (%16.6) ve 21 (%14) hastada saptandı. Histolojik alt tipin 4 (%2.7) hastada belirlenemediği görüldü. Evrelere göre hasta dağılımı sırasıyla: Evre I’de 18 (%12) hasta, evre II’de 35 (%23.3) hasta, evre III’de 52 (%34.7) hasta ve evre IV’de 43 (%28.7) hasta mevcuttu. İki hastada ise yeterli evreleme işlemleri yapılamamıştı. SPSS 11.0 istatistik analiz programı kullanılarak değerlendirme yapıldı: 40 yaş altı ve üstü olmak üzere hastalar gruplandırıldığında yaş grupları arasında anlamlı bir fark bulunmadı. Ayrıca yaş grupları ile histolojik alt tipler arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı. Sonuç ve yorum: Hodgkin lenfoma erkeklerde daha sık rastlandı (E/K: 2.1). En sık histolojik alt tip mikst sellüler tip olduğu görüldü. Hastaların çoğunluğunun (%63.7) ileri evre (evre III ve IV) olduğu saptandı.Öğe Hodgkin ve non-Hodgkin lenfoma olgularında hepatit B enfeksiyonu ve klinik önemi(2007) Yılmaz, Şerif; Altıntaş, Abdullah; Ayyıldız, Mehmet Orhan; Bayan, Kadim; Danış, Ramazan; Kaplan, Mehmet A.; Çil, TimuçinHepatotropik bir virüs olan hepatit B virüsü (HBV) lenfoid hücrelerde de çoğalma potansiyeline sahiptir. Bu durum HBV enfeksiyonu ile lenfoma arasındaki potansiyel ilişkiyi araştırmaya yöneltmiştir. Biz bu çalışmada HBV enfeksiyonunun nisbeten yüksek olduğu Güneydoğu Anadolu bölgesinde Hodgkin lenfoma (HL) ve non-Hodgkin lenfoma (NHL) olgularımızda HBsAg ve AntiHBs sıklığını retrospektif olarak araştırdık. Ocak 1995 ile Aralık 2005 tarihleri arasında 203’ü NHL (%73.6), 73’ü (%26.4) HL tanılı toplam 276 hasta dahil edildi. Toplam 40 hastada HBsAg pozitif saptandı (%14.5). Bu olguların 12 tanesi HL (%16.4), 28’i NHL (%13.7) gurubundaydı. AntiHBs 123 vakada (%44.5) pozitif bulundu [29 (%39.7) HL ve 94 (%46.3 NHL] . Son iki yılda 11 lenfoma olgumuz lamivudin proflaksisi almıştır. Bu olgulardan 10’unda viral reaktivasyon bulguları izlenmezken, diffüz büyük hücreli NHL tanılı lamivudin proflaksisi alan bir hastada viral reaktivasyon gelişti. Profilaksi almamış olan bir HL olgumuzda da Anti- HBc IgM pozitifliği ve transaminaz yüksekliğiyle karakterize HBV reaktivasyonu gözlendi. Bizim çalışmamızda lenfoma olgularında HBsAg sıklığı genel popülasyona oranla daha yüksek bulunmasına karşın, HBV ile HL ve NHL’nin olası etyolojik ilişkisini aydınlatmak amacıyla daha geniş prospektif çalışmalar yapılmalıdır. HBV taşıyıcılarında kemoterapi uygulaması öncesinde lamivudin proflaksisi başlanmalı ve kemoterapi bitiminden sonra en az bir yıl devam edilmelidir.Öğe İdiyopatik portal hipertansiyonlu on iki hasta: Güneydoğu Anadolu’dan veriler(2006) Bayan, Kadim; Tüzün, Yekta; Akın, Davut; Çil, Timuçin; Yılmaz, ŞerifGiriş ve amaç: İdiyopatik portal hipertansiyon (İPH), çoğunlukla bilinmeyen etyopatogenezli presinüzoidal portal hipertansiyon ile karakterli nadir bir durumdur. Bu çaılşmada Güneydoğu Anadolu’da yaşayan 12 hastanın klinikopatolojik özellikleri ve komplikasyonları incelenmiştir. Gereç ve yöntem: On iki kişilik bir hasta gurubunun demografik, klinik, laboratuar özellikleri ve gelişen komplikasyonlar retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Altı kadın, 6 erkek dahil edildi. Ortalama yaş 35.2 yıl idi. Temel semptomlar anemiye bağlı yakınmalar (%58), sol üst kadran ağrısı (%83), dispepsi (%41) ve varisiyel kanama (%8) idi. Pika öyküsü hastaların %41’inde saptandı. Masif splenomegali %83 oranı nda vardı. Protrombin zamanı %58 olguda uzamıştı. Düşük protein C, protein S ve anti-trombin III aktivitesi sırasıyla 7 (%58), 4 (%33) ve 5 (%41) olguda saptandı. Karaciğer biyopsisi 7 (%58) olguda özellik göstermezken, 3 (%25) hastada minimal periportal fibrozis ve 2 (%16) hastada sinüzoidal dilatasyon örneği izlendi. Endoskopide 11 (%91) özofageal ve 1 (%8) fundal varis görüldü. Portal gastropati 7 (%58) olguda vardı. İki hastada hepatopulmoner sendrom saptandı. Bir hastada splenik rüptür gelişti. İki hastaya splenektomi yapıldı. Sonuç: Bölgemizdeki İPH gurubunda belirgin yüksek oranda pika öyküsünün varlığı ilginçtir. Hepatopulmoner sendrom sirozlularda olduğu gibi, idiyopatik portal hipertansiyonlularda da görülebilmektedir. Yukarıdaki değerlendirmeler dikkate alındığında şu sonuca varılabilir ki, İPH, tanısı az konan bir durumdur ve sirozsuz portal hipertansiyon olgularında akılda tutulmalıdır.Öğe Lenfoproliferatif hastalıklarda splenektomi(2006) Altıntaş, Abdullah; Çil, Timuçin; Ayyıldız, OrhanLenfoproliferatif hastalıkların seyrinde splenomegali ile sıklıkla karşılaşılmaktadır. Lenfoproliferatif hastalıklarda splenomegali hastalığın primer manifestasyonu olabileceği gibi bazı olgularda da ileri derecede dalak büyüklüğüne bağlı semptomlar ve hipersplenizme bağlı sitopeniler en önemli sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Periferik lenfadenopati ve kemik iliği tutulumunun olmadığı olgularda performans durumu uygunsa splenektomi tanısal amaçla kullanılmaktadır. Ayrıca terapötik amaçla masif splenomegaliye bağlı semptomların iyileştirilmesinde ve kemoterapiye toleransın artmasını sağlama amacıyla hipersplenizme bağlı sitopenilerin düzeltilmesinde etkin bir tedavi yöntemidir.Öğe Lokal ileri meme kanserinde Neoadjuvan Tec (Dosetaksel-Epirubisin-Siklofosfamid) kemoterapi tedavisinin etkinliği(2017) Çil, Timuçin; Işıkdoğan, AbdurrahmanGiriş ve Amaç; Meme kanseri tüm dünyada kadınlarda en sık görülen tümördür. Amerika birleşik devletlerinde her yıl 200.000 yeni invaziv meme kanseri tanısı konmakta ve yaklaşık her yıl 40.000 kişi meme kanserinden ölmektedir. Meme kanseri kadınların yaşamları boyunca %12,5'inde yada sekiz kadından birinde görülür ve kadın kanserlerinin %31'ini oluşturur; akciğer kanserinden sonra kadınlarda kansere bağlı ikincil ölüm nedenidir. Meme kanseri insidansı yavaşça artmaya devam etmekle beraber, mortalite oranları düşmektedir. Meme kanserlerinin %20-30'nu lokal ileri meme kanserleri oluşturmaktadır. Son yıllarada uygulanan neoadjuvan kemoterapi seçenekleri; özelliklede taksan bazlı rejimler ile küratif amaçlı uygulananan tedavi olanakları artmıştır. Bizde 2005-2008 yılları arasında düzenli takip ve tedavileri yapılabilmiş neoadjuvan TEC(Dosetaksel-Epirubisin-Siklofosfamit) kemoterapi protokolü uygulanan hastalarımızın tedavi yanıtlarını, progresyona kadar geçen süre ve sağ kalım sonuçları retrospektif olarak değerlendirilmeye çalıştık. Materyal ve Metod: 2004-2008 yılları arasında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi (D.Ü.T.F) Tıbbi Onkoloji Bilim Dalında düzenli takip ve tedavileri yapılıp başvuru sırasında uzak organ metastazı saptanmayan neoadjuvan kemoterapi; Dosetaksel-Epirubisin-Siklofosfamit (TEC) uygulanan meme kanseri olguları çalışmaya dahil edildi. Olguların cinsiyet, yaş gibi demografik özellikleri yanında meme kanseri için spesifik olan prognostik faktörler değerlendirildi. Saptanabilen prognostik faktörler; tümör boyutu, nekroz miktarı, diseke edilen ve tutulan lenf nodu sayısı, vasküler invazyon, perinöral invazyon, tümör grade, ER, PR, cerb-B2 içeren prognostik faktörlerdi. Bunun yanında tedavi yanıtları, progresyona kadar geçen süre ve ortalama sağ kalım sonuçları ile bunların prognostik faktörlerle ilintisi tüm olgularda değerlendirilmeye çalışıldı. Sonuçlar: Olguları tedavi yanıtları objektif kriterlerle (fizik muayene ve post operatif patolojik değerlendirmeyle); 6 (%13,3), hastada patolokjik tam yanıt, 27 (%60) hastada parsiyel yanıt, 6 (%13,3), hastada stabil hastalık ve 6 (%13,3) hastada tedavi altında progresyon saptandı. Çalışmanın ana hedeflerinde biri olan progresyona kadar geçen süreler değerlendirildiğinde ortalama 22 (19,32-24,67) ay olarak saptandı. Progresyon 30 (%66,6) olguda saptandı.Öğe Primary spindle cell sarcoma of the breast(2008) Çil, Timuçin; Altıntaş, Abdullah; Paşa, Semir; Büyükbayram, Hüseyin; Işıkdoğan, AbdurrahmanBackground: Primary pure breast sarcoma is a rare disease and constitutes 0.2-1.0% of all mammary malignancies. The establishment of a diagnosis of soft tissue sarcoma is difficult in adults. Immunohistochemical analysis usually proves to be helpful in indistinguishable cases. The simplistic step is to classify sarcomas on a simple descriptive basis as spindle cell sarcomas, myxoid sarcomas, pleomorphic sarcomas, and small round cell sarcomas. Case Report: Here, we present a rare case of primary spindle cell sarcoma of the breast. A 43-year-old woman was admitted to our clinic with a 2-month history of a left breast lump. Histopathological examination showed a tumor of 2.5 cm in diameter and of nuclear and histological grade 2. In the immunohistochemical examination, vimentin positivity, high nuclear overexpression of P53, high Ki-67 and S-100, desmin, leukocyte common antigen, keratin, and smooth muscle antigen, CD34, HMB45 and EMA negativity were detected. Conclusion: Most invasive breast neoplasms are epithelial tumors, and mesenchymal breast tumors are rarely seen. In primary breast sarcoma, adequate surgical tumor excision, tumor grade, and tumor diameter seem to be the most important prognostic factors.Öğe Screening for Celiac disease in Hodgkin and non-Hodgkin lymphoma patients(2009) Bayan, Kadim; Altıntaş, Abdullah; Büyükbayram, Hüseyin; Çil, Timuçin; Batun, Sabari; Paşa, Semir; Işıkdoğan, AbdurrahmanAmaç: Çölyak hastalığı (ÇH) genetik olarak yatkın kişilerde diyetle alınan glutene karşı anormal T hücreli immünite ile oluşmaktadır. Bizim bu prospektif çalışmamızda amacımız lenfoma hastalarımızda Çölyak hastalığı sıklığını değerlendirmek ve bu grup hastalarda anti-gliadin ve anti-endomisyum antikorlarının Çölyak hastalığı tanısında kullanılabirliğini saptamaktır. Yöntem: Dicle üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Medikal Onkoloji ve Hematoloji Kliniklerinde Aralık 2002-Ocak 2006 yılları arasında takipleri yapılmış 119 non-Hodgkin ve 60 Hodgkin lenfoma olgusu çalışmaya dahil edildi. Tüm olgulara Çölyak hastalığı’nın serolojik görüntülemesi için serum anti-gliadin immunoglobulin A and immunoglobulin G, ve anti-endomisyum immunoglobulin A (EMA IgA), immunoglobulin G’e bakıldı. Bulgular: Hodgkin lenfoma grubundaki hastalarada; anti-gliadin immunoglobulin A 9 (15%) hastada (3 erkek and 6 kadın), ve anti-gliadin immunoglobulin G 21 (35%) hastada (15 erkek ve 6 kadın) saptandı. Non-Hodgkin lenfoma grubundaki hasstalarda; anti-gliadin immunoglobulin A 6 (5%) hastada (2 erkek ve 4 kadın), ve anti-gliadin immunoglobulin G 30 (25.2%) hastada (18 erkek ve 12 kadın) saptandı. EMA immunoglobulin A ve immunoglobulin G Hodgkin lenfoma and non-Hodgkin lenfoma gruplarında saptanmadı. Sonuç: Bu çalışma Türkiye’nin güneydoğu Anadolu bölgesinde lenfoma hastalarında çölyak hastalığı sıklığını araştıran ilk çalışmadır.Bizim çalışmamızda Çölyak hastalığı’nın lenfoma için premalign bir hastalık olduğuna dair bir bulgu saptanamamıştır. Lenfoma hastalarında Çölyak hastalığı için serolojik tarama gerekmediği saptanmıştır.Öğe Spontan bakteriyel peritonit hastalarında mortalite ile ilişkili faktörler(Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2008) Tüzün, Yekta; Kılınç, İlhan; Akın, Davut; Çil, Timuçin; Özcan, MansurSpontan Bakteriyel Peritonit (SBP) asitli sirotik hastalarda halen önemli bir komplikasyondur. Yeni gelişmelere rağmen yüksek mortalite oranlarına sahiptir. SBP’li sirotik hastaların mortalitesiyle ilişkili faktörleri tanımlamak amacıyla tanı kriterlerini karşılayan 48 hasta çalışıldı. Tüm hastalar cefotaxime ile tedavi edildi. İyileşme oranı %87 idi. Hastane içi ölüm 11 (%22) kişide gerçekleşti. Major ölüm sebepleri 4 hastada (%36) hepatorenal sendrom ve 3 hastada (%27) varisiyel kanamaydı. İlişkinin araştırılması için 50 parametre çalışıldı. On altı parametre (üre, bilirubin, MELD skoru, CTP skoru, protrombin zamanı, INR, AST, ALT, asitte PMNL, sistolik ve diyastolik arteriyel tansiyon, sepsis, varisiyel kanama, mental durumda değişiklik, HRS, asitte kültür pozitifliği) mortalite ile istatistiksel anlamlı ilişki bulundu. Lojistik regresyon analizinde bilirubin, INR, AST ve asitte PMNL dışındaki parametrelerin mortalite için prediktif olduğu saptandı. Multivariant analizde MELD skoru, INR, ALT, başvuruda hastanın bilinç değişikliğinin olması ve ortalama arter basınçlarının düşük olmasının infeksiyon rezolüsyonunu anlamlı derecede azalttığı saptandı. Sonuç olarak SBP’li hastalarda mortalite çoğunlukla yeni varisiyel kanama ve karaciğer ile böbrek yetersizliği derecesine bağlıdır. Varisiyel kanama ve hepatorenal sendromda sıkı önlemlerin alınması gerekmektedir.Öğe Thrombotic thrombocytopenic purpura associated with Graves’ disease(2007) Kaplan, M.Ali; Ayyıldız, Orhan; Çil, Timuçin; Müftüoğlu, Ekrem; Altıntaş, AbdullahTrombotik thrombositopenik purpura (TTP), mikroanjiopatik hemolitik anemi, trombositopeni, ateş, böbrek yetmezliği ve nörolojik bulgularla karakterizetir. Öncellikle sağlıklı erişkinlerde ortaya çıkmasına karşın çeşitli otoimmün hastalıklara eşlik ettiği bildirilmiştir. Burada Graves hastalığına eşlik eden TTP tanısı koyduğumuz 53 yaşında erkek hasta bildirildi. Olguya Graves hastalığına eşlik eden TTP tanısını konduktan sonra 15 seans plazmaferez uygulandı. Plazmaferezi takiben hastanın şikayetleri ve hematolojik parametreleri tamamen düzeldi. Graves hastalığına eşlik eden trombositopeni varlığında pernisiyöz anemi ve immün trombositopenik purpura öncelikle akla gelmelidir. Buna karşın trombositopeniye mikroanjiopatik hemolitik anemi eşlik ediyorsa TTP’de ayırıcı tanıda düşünülmelidir. Trombositopeniye eşlik eden mikroanjipatik hemolitik anemi TTP tanısı için yeterli olduğundan acilen plazmafereze başlanması gerekmektedir.Öğe Tip 1 diyabetli hastalarda açlık, tokluk kan şekerleri ile HbA1c arasındaki ilişki(Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2008) Akın, Davut; Çil, Timuçin; Tüzün, Yekta; Gökalp, Deniz; Danış, RamazanAçlık ve tokluk kan şekerleriyle HbA1c ilişkisi birçok çalışmada araştırılmıştır. Bu çalışmada tip 1 diyabetli hastalarda açlık kan şekeri (AKŞ), tokluk kan şekeri (TKŞ) ve HbA1c arasındaki ilişkiyi araştırdık. Polikliniğimize başvuran tip 1 diyabetli 86 hasta çalışmaya alındı. Hastaların AKŞ, TKŞ ve HbA1c düzeylerine bakıldı. Değişkenler arasında Pearson korelasyonu uygulandı. Hastaların yaş ortalaması 26,8±8,4 yıl ve diyabet süreleri 6,9±4,2 yıl hesaplandı. Hastaların AKŞ, TKŞ ve HbA1c ortalamaları sırasıyla 230±109 mg/dl, 299±123 mg/dl ve 9,8±2,8% bulundu. 13 hastanın (%15,1) HbA1c değeri %7 değerinin altındaydı. AKŞ ve TKŞ değerlerinin HbA1c ile korelasyonu sırasıyla r=0,26 (p<0,05) ve r=0,46 (p<0,01) bulundu. Korelasyon kadın hastalarda daha düşüktü. Tip 1 diyabetli hastalarda AKŞ, TKŞ değerlerinin HbA1c ile korelasyonu incelediğinde HbA1c ile korelasyon oranının TKŞ’ne göre AKŞ ile daha düşük olduğu görülmektedir. Bu nedenle TKŞ değerleri de tip 1 diyabetlilerde takipte kullanılmalıdır.Öğe Türkiye’nin Güneydoğusundaki akut zehirlenme olgularının profili(Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2007) Akın, Davut; Tüzün, Yekta; Çil, TimuçinBu çalışmadaki amaç acil servise kabul edilen ve iç hastalıkları servisinde yatan erişkin akut zehirlenme vakalarının prospektif analizini ve oranlarını saptamaktı. Dicle üniversitesi Tıp Fakültesi (DÜTF) acil servisine 2005-2006 tarihleri arasında kabul edilen ve iç hastalıkları servisinde yatan akut zehirlenme vakaları çalışmaya alındı. Vakaların klinik, laboratuvar ve demografik özellikleri ve hangi tip zehirlenme olduğu kaydedildi. Çalışmaya 80 zehirlenme vakası alındı. Ortalama yaş 23±8 (14-57). Vakaların çoğunluğu 15-25 (%75) yaş aralığındaydı. Akut zehirlemelerin çoğu (%85) intihar girişimi nedeniyle yapılmıştı. Medikal ilaçların yüksek dozda alınması %50 en fazla sebepken tarımsal ilaçlar %35 oranında yer almıştır. Yüksek dozda alınan medikal ilaçlar içinde en fazla psikiyatrik ilaçlar (%20) ve parasetamol (%17,5) olmuştur. İntihar girişiminde bulunanların oranı yalnız olan gençlerde, kadınlarda, kalabalık ailelerde, şehirde oturanlarda ve ilköğretim ve lise mezunlarında yüksekti.Öğe Two cases of bacterial meningitis accompanied by thalidomide therapy in patients with multiple myeloma: is thalidomide associated with bacterial meningitis?(2009) Paşa, Semir; Altıntaş, Abdullah; Çil, Timuçin; Üstün, Cemal; Bayan, Kadim; Danış, Ramazan; Urakçi, Zuhat; Tüzün, Yekta; Ayyıldız, OrhanMorbidity and mortality in multiple myeloma is often attributed to life-threatening infections. A defect in humoral immunity has been proposed for the predisposition to bacterial infections. Most of the infections are of bacterial origin, and the most serious are septicemia, meningitis, and pneumonia. Thalidomide is a drug with pleiotropic effects. The immunomodulatory effects of thalidomide are at least partially mediated through its ability to down-regulate the pathogenic over-production of tumor necrosis factor-alpha (TNF-?). TNF-? is a cytokine that plays a central role in the regulation of the host immune and inflammatory response to infection. In the central nervous system, TNF-? is involved in induction of a fever response and triggers the release of other cytokines, and may also influence transport of compounds into the brain, leading to cerebrospinal fluid leukocytosis, increased protein influx, and lactate accumulation. Thalidomide has been shown to down-regulate the production of TNF-?. On the other hand, knowledge of the effects of thalidomide on granulocyte functions is limited. Thalidomide has been shown to attenuate neutrophil adhesion and chemotaxis. We present herein two cases of Streptococcus pneumoniae bacterial meningitis that developed soon after the initiation of thalidomide treatment, and discuss the effect of thalidomide on the immune system. Although, it is not clear whether thalidomide caused the development of the bacterial infections and meningitis, or what its pathogenetic mechanisms are, physicians should be alert for signs and symptoms of meningitis in patients with multiple myeloma who are treated with thalidomide, especially those in neutropenic states.